15 Ekim 2016 Cumartesi

Bir rol pakırı anı eşliğinde yine Antalya...

Antalya çocukluğum ve ergenliğimi bir önceki yazıda, şehir rehberi tadında anlatmıştım. Şimdi de yerelle karşılaşma tecrübesinden bahsedeyim istiyorum. Çünkü, önceki yazı hakkında arkadaşlarla konuşurken, Ankara'da doğup büyümüş, orta sınıfa mensup bir ailenin çocuğu olarak, 70'lerin Antalyasının bana sakinleri, kültürü, adetleri ve gündelik hayat pratikleriyle de şaşırtıcı geldiğini hatırladım.

Antalya'nın yerlilerinin yekpare bir kitle olduğunu söyleyecek değilim. Sözünü edebileceklerim, benim yine ablam ve onun çevresi aracılığıyla tanımış olduğum Antalyalılar.

Sıcak iklim insanı onunla başetmenin türlü yolunu bulmuş. Antalya'da geçirdiğimiz bunaltıcı yazlardan birinde babam sokaktan geldi ve şaşkınlıkla: "Beton Kahve'de oturuyorum iki saattir. Ben şıpır şıpır terlerken, bir sürü ihtiyar örgü hırkayla istiflerini bozmadan okey oynuyorlardı" dedi. Önceki yazıda bahsettiğim Beton Kahve, o zamanlar gerçekten de kahvehaneydi. Şehir henüz gecekondulardan mürekkepken, çarşı içindeki kahvehanenin betondan inşa edilmiş olması sanırım o adla anılmasına sebep olmuştu. Neyse efendim, hakikaten zamanla Antalya insanının sıcakla imtihanını, bizim gibi soyunup dökünerek ve yellenerek değil, sıkı giyinip uyuyarak verdiğini öğrendik. E tabii imkanı olanlar yaylalara çıkıyorlardı.

Uyuyarak mı dedim? Evet, uyuyarak. Şehri ve sakinlerini daha yeni yeni tanımaya başladığımız günlerde gittiğimiz bir kadın gününde, evin Antalyalı sahibi bize geleneksel ikramını yaptıktan sonra - ki bu ikramdan birazdan bahsedeceğim - "Benim üküm geldi, azcık kestireyim" diyerek tam karşımızdaki divana, bize de arkasını dönerek devrilivermez mi? Şaşkınlıkla birbirimize bakışımızı unutamıyorum. Misafirin kölesi olmak gerektiği şiarıyla yetiştirilmiş biz Orta Anadolu'nun kavruk insancıkları için rahatlığın bu raddesi anlaşılır gibi değildi. Hakikaten evsahibinin uykuda atlattığı yakıcı öğlen sonrasının sıcağını biz, kendimizi o koltuktan bu divana atarak, elimize geçen her kağıt parçasıyla yelpazelenerek ve kısık sesle evsahibinin dedikodusunu yaparak yenmeye çalıştıydık.

Evsahibi uyanınca, hazırladığı yiyecek içeceğin sıcağın yarattığı iştahsızlığa kurban gittiğini düşünerek, memleket kültüründe yaygın olan ısrarcı tavırlarla tabağı çanağı önümüze itelemeye başladı. Önümüze iteledi çünkü ikramlıklar yere serilen bir sofra bezinin üstüne yerleştirilmiş koca bir siniye serpiştirilmiş patlamış mısır, çekirdek, pişi, taze şamfıstığı, leblebi ve diş buğdayı dediğimiz haşlanmış buğday ile nohuttan yapılan bir yiyecekten mütevellitti. İlk kez böyle bir misafir ağırlama tarzı görüyor ve şaşkınlığımızı gizlemeye çalışıyorduk. Zamanla alıştık tabii bu tarza ve sevdik de.

Şehir sakinlerinin yazları zırt pırt uyumalarına alışmıştık artık. Ama bir sahil şehrinde yaşayan insanların yüzme bilmemelerine anlam vermemiz çok zor oldu. Dediğim gibi Orta Anadolu sakinleri olarak, yazları en fazla bir hafta deniz yüzü görmemize rağmen iyi kötü yüzme biliyorduk. Düşünüyorduk ki, Antalyalılar balık gibi yüzerler. Ne münasebet! Çoğunun denizle ilişkisi çok sınırlıydı veya hiç yoktu. Tarım temel geçim kaynağıydı. Balığın kıt olmasından balıkçılığın çok rağbet görmediği anlaşılıyordu. Çok geçmeden turizm, tarımla at başı gitmeye başladı. Şehrin turistik tarafı öne çıkmasına rağmen, yerlilerin muhafazakar tavırları çok uzun süre gündelik hayata hakim oldu. Yerli kadınların sokaklarda şortla dolaştığı nadirdi. Geleneksel yaşantı şehre gelen yabancıların yaşam tarzından uzak tutuyordu yerlileri. Bu durumun değişmesi 80 sonrasını buldu.

Sokak tezgahlarında satılan iri salatalıklar ve kaktüslerin dikenli meyvelerine başka sahil şehirlerinden alışkındık. Ama tirmis denilen ve camlı vitrini olan üç tekerlekli arabalarda satılan mısır benzeri çerezi ilk kez görüyorduk. Ablamın evinin önünden sık sık geçen bir amca "Ti ti ti tirmiiiis!" diye ne zaman bağrınsa ben koşarak aşağı iniyor ve tirmise dalıyordum. Ha, bir de keçi etinden söz etmeliyim. Antalyalılar keçi etine çok alışıktılar. Şehrin dağlık kesimlerinde keçi çok oluyor, oralarda yaşayanlar da tadı hafif ekşimsi olan keçi etinden başka et yemiyorlardı. Şimdilerde keçi sütü ve peyniri çok revaçta. Ama hala büyük şehirlerde keçi etine rastlamadım. Bizim damak tadımıza hiç uymadı bu keçi eti. Tavşan eti de öyle. Tavşan eti mi? Evet. Eniştemin köyünde ava gitmek adettendi. Bazen tavşan da vuruluyor ve derisi soyulduktan sonra kanı süzülsün diye ayaklarından asılıyordu. O manzara zaten bir felaketti benim için. Tavşanı minnoş bir hayvan olarak çocuk kitaplarında, hadi bilemediniz kırda bayırda, hayvanat bahçesinde görmüş bir çocuk olarak o işlemlerden geçmiş minnoşun kahverengi etini yeme fikri tüyler ürperticiydi benim için.




Ama babam ava gitmekten kurtulamadı tabii. Ava giden avlanır. Daha ilk seferinde kamyonetten düşerek ayağını kırdı. Bir sağlıkçı olarak onun aklına hemen kırık ayağı alçıya aldırmak geldiyse de, köyün yaşlıları, neden bilmem "Parlamento" adını verdikleri bir kırık-çıkıkçıya, geleneksel usüllerle tedavi olması için ısrarcı oldular. Parlamento ziyareti yapıldı ama sonuç hezimet olunca hastane yolları göründü babama.

Orta Anadolu şivesine alışık kulaklarımıza Akdenizli insanların şivesi oldukça yabancıydı. Kızdılar mı, "Afat ölümcüğü gelsin" diye beddua edip, bir deprem, sel veya heyelan sayesinde düşmanını bertaraf etmeyi hayal eden Antalyalılar, iş yapmak zorunluluğu ortaya çıkınca da, "Adı belli adamdan iş mi kaçar?" diyerek ortadan kayboluyorlardı. Bir şeyin nerde olduğunu sorunca "Endirde" diye cevap veriyor, belliydi zaten yerine "evel de var" diyorlardı. Bir "rol pakırı", onlar için bir ölçü birimiydi. Pakır, bakır (yani bir tür bakraç) demekti, rol olarak telaffuz  ettikleri de bir deterjan markasıydı. O deterjanın kovasının alacağı kadar bir miktarı kastediyorlardı. Falan/filan kelimesini nerdeyse hiç kullanmıyor, onun yerine "bile"yi kullanıyorlardı. "Hacer bile gelirse beraber gideriz" diyorlardı mesela. Haliyle bu şifreleri çözmek zaman aldı.

Yaşlı birinden söz ederken adının sonuna "ce/ca" eki koyuyorlardı. Ahmetce, Fatmaca gibi mesela. Yakın arkadaşlarına "ahretlik" diyorlardı. Şimdi gençlerin "ölümüne kanka" dedikleri türden bir dostluktu bu sanırım :)

Böyle geçmiş zaman kipiyle yazdığıma bakmayın siz. Antalya'da bu bahsettiklerim hala var. Ama şehir, memleketin genel kentleşme tecrübesine uyum sağlayarak birbirinden farklı kültürleri ayrıştırdı. Aynı zamanda şehrin yerel kültürünü "ehlileştirdi". Hala yer sofrasında pişi ve patlamış mısır ikram ediliyor misafirlere ama eskisinden daha az. Ya da bu ikramları yapan kitleyi görmeden yaşamanız mümkün. Bir de artık tüm büyük şehirlerde olduğu gibi, internet sayfalarından alınan tariflerle moda olan ikramlıklar yapılıyor ve sunuluyor misafirlere. Bazen de kafelerde buluşuluyor, kabul günleri pastanelerde, kebapçılarda yapılıyor.

Evlerde işler böyle yürürken, Antalya bir kültür-sanat, üniversite şehri oldu. Kurumsal eğitimler kışları boş olan Antalya otellerinde veriliyor. Başka büyük şehirlere uğramayan birçok yabancı sanatçı oraya gidiyor gösteri yapmak, imza günü düzenlemek için. Bir zamanlar kışları unutuluşa terkedilen şehir, artık hiç can sıkıntısı çekmeden yaşayabileceğiniz ama geçmişin dokusunun silikleştiği bir yere dönüşüyor giderek.






12 Ekim 2016 Çarşamba

Portakal, yakamoz ve sivilceler...

Antalya'da Altın Portakal Film Festivali'nin başlıyor olması bende bir Antalya çocukluğu ve tabii ergenliği yazısı yazma hevesi yarattı. Bugünkü gazetelerde vazgeçilmez Yeşilçam yıldızları geçidinin fotoğraflarından birini (Cüneyt Arkın'lı olanı) da görünce şöyle bir geçmişe gidip geldim.

Ablam erken yaşta evlenip önce Denizli'ye, kısa süre sonra da eniştemin memleketi Antalya'ya yerleşmişti. Çekirdek ailemiz birbirine pek düşkün ve de evhamlı olunca, "Aman kız yalnız başına ne yapıyor oralarda?", "Acaba bizi özlüyor mudur?", "Yemek yapmayı öğrenmiş midir?", "Kocasının ailesiyle anlaşmış mıdır?" sorularına kendi kendine cevap aramak yerine, soruları bizzat ablama sormak ve onu sarıp sarmalamak için Antalya yollarına revan olmuştu. Hele bir de ablam hamile kalınca, kim tutar Şenol Ailesi'ni? Tek derdimizin ablamı sahiplenmek olmadığı malumunuzdur sanırım. Boru değil, Antalya burası. Taaa 70'lerde bile turistik yer. Deniz kenarı, temiz havalı, bol yeşillikli ve ucuz bir Akdeniz şehri. Yılda iki kez (sömestr ve yaz tatillerinde) yaptığımız Antalya çıkarmalarının bir nedeni de bu.

Gidiyoruz, haftalarca, bazen aylarca kalıyoruz. Kışları Antalya daha güzel. Çünkü, kelimelerin kızkardeşi Doris Lessing'in tabiriyle yazları başınızın üstünde borazan çalan güneş, kışları tatlı tatlı okşuyor sizi. Bugün bina yığınından ufkun görünmediği sokaklarda boylu boyunca portakal ve turunç bahçeleri uzanıyor. Bahçeleri geçtim, azıcık toprak bulduğu yerde çoğalıyor narenciye ağaçları, zeytinler, zakkumlar, kauçuk ağaçları, yaseminler... Burun direğinizi sızlatan bir kokusu var şehrin. İşte bu bitki örtüsünden yükseliyor kokular demetinin bir çeşidi, başka bir çeşidi denizden esen rüzgarla yosun ve iyot taşıyor, rutubetli hava ise o yıllarda temel inşaat malzemesi olan ahşabın rayihasını dağıtıyor havaya. Her şey bu kadar yolunda değil tabii. Henüz kanalizasyon sistemi kurulmadığı için, boşaltım sistemi doğrudan deniz kıyısındaki mağaralara akıtılan şehirde, rüzgar ters yönden esince insanı kapalı mekanlara sürükleyen bir lağım kokusu da mevcut.

Yazları ise öldürücü sıcağın yaptığı eziyeti portakal çiçeklerinin kokusu bile hafifletmiyor. Biz de ne yapıyoruz? Ya Konyaaltı'na plaja gidiyoruz ya da Kurşunlu Şelalesi'ne, Adrasan'a, Kemer'e, Phasilis'e pikniğe... Ormanın denizle birleştiği yerler bunların bazıları. Önce yemek, sonra deniz. 80'lerde adı 12 Eylül Koruluğu olan ve şehir merkezine çok yakın, okaliptüs ağaçlarıyla şenlenmiş mesire yerinin de müdavimiyiz. Koruluğun işaret ettiği tarihi momenti farketmemiş gibi davranıyoruz.

Şehrin merkezindeki sahil şeridi Konyaaltı'nda obalar var. Orta ve orta alt sınıftan Antalyalılar ile mücavir alandan gelen yazlıkçılar oralarda ucuza, çoluk çocuk tatil yapıyorlar. Bi şenleniyor ki yazları orası, sormayın!

Benim kafamdaki resim de böyle siyah beyaz. İşte obalar ordalar.

Obanın yakından görünüşü


Bir dönem o kadar çok pikniğe gitmişiz ki Antalya'da, artık ailece piknik sözünü bile duymak istemiyoruz. E malum, piknik özellikle kadınlar için rezil bir iş. Yiyecek içecek hazırlama, toplama, bulaşıkları en yakın çeşmede yıkama, çocuklara mukayyet olmaya çalışma falan... Erkekler mangalı yakarlar kasılarak, pişirdikleri etlerin en iyilerini gövdeye indirirken de demlenirler.

Antalya'da günlük hayatımız bunlarla sınırlı değil tabii. Şehir merkezini de tavaf ediyoruz sık sık. O zamanlar şimdiki avm'ler yok. Bir Selekler Çarşısı var. Birkaç katlı bu çarşıdaki üç beş dükkan/mağaza bize cezbedici geliyor. Kitapçı bile var yahu orada! Dönerciler Çarşısı, merkezde gösterişli, turistik bir mağazası bulunan Yenigün reçelcisi. Ama tabii Antalya'nın uzun yıllar alamet-i farikası olmuş Narenciye'yi unutmamak lazım. Burası bir kamu kuruluşu ve Antalya'nın bitek topraklarında yetişen her türlü nebattan reçel yapan bir fabrika aynı zamanda. Fabrikanın ve çalışanlarının lojmanlarının bulunduğu semtin adı da Narenciye.

Konyaaltı Caddesi boyunca sıralanan ve bize sınıfsal konumumuzu biraz hoyratça hatırlatan ankastre mutfakçılar vitrinine kaçamak ama arzulu bakışlar attığımız yerler. Annem, ablam ve ben'den bahsediyorum. Yakın zamana kadar ayakta kalan Sağlık Meslek Lisesi, çocuk ben ve genç ablam için ilk tatillerimizden birini yaptığımız pansiyon aynı zamanda.Çünkü, Sağlık Bakanlığı yazları liseyi çalışanları için kampa dönüştürüyor. Tabii artık bizim kalacak yerimiz belli. Önünden geçerken okula şöyle bir göz atıyor ve geçmişi yadediyoruz.

Sonra Karaalioğlu Parkı var. Akşam serinliğinde, ablamların Memurevleri'ndeki evlerinden çıkıp, Beton Kahve'yi aşıp yürüye yürüye gittiğimiz park. Girişinde Antalyaspor'un tesisi var. Dev palmiye ağaçlarının eşliğinde denize çıkan bir yolu katederek binbir çeşit çiçekle dolu parkın çay bahçesine ulaşıyoruz. Bir memur ailesine yakışanı yaparak, bir semaver söylüyor ve manzaraya dalıp gidiyoruz.


Denize doğru...


Üçkapılar yabancı turistlerin uğrak yeri. Biz orası yokmuş gibi davranıyoruz. Yivli minareye, saat kulesine falan yat limanına inen yokuşu adımlarken rastlıyoruz. Sabahları babamla limana gidip balık alıyoruz bazen. Ama çok erken gitmeliyiz. Yoksa büyük oteller ve lokantalar toparlıyor her türden balığı. Dönerken, saat kulesine yakın meşhur fırından tahinli çörek almayı ihmal etmiyoruz. Bazen ailece Kadın Yarı'nın önünden geçerek Antalya Devlet Tiyatrosu'na gidiyor, pek hoşlanarak tiyatro oyunları seyrediyoruz.

Tabii festival şimdiki kadar sansasyonel olmasa da o zaman da var. Henüz kültürel ve sanatsal etkinliklerin cenneti olmayan şehirde, film festivali o zamanlar çok daha önemli bir organizasyon. Yeşilçam yıldızları korteji, açılış zamanı, halkın şehir merkezine doluşup, çekirdekler ve gazozlar eşliğinde izledikleri bir etkinlik. Festivalin o zamanlar en önemli parçası. Üstü açık araçlarla kimisi kasılarak, kimisi de sempatik tavırlarla halkı selamlayan sinema oyuncuları, "Aaaa, bunun boyu ne kadar kısaymış!", "İyice yaşlanmış vallahi!", "Bak kız, filimlerde ne çirkin görünüyor bayaca yakışıklıymış" türünden yorumlar havada uçuşurken geçiyorlar Konyaaltı Caddesi'nden ihtişamla. Kortejin vazgeçilmezleri Tecavüzcü Coşkun, Selda Alkor ve Sümer Tilmaç. Coşkun ve Sümer Tilmaç, Antalya'da yaşıyorlar. Bu kortej onlar için ellerini eteklerini çektikleri Yeşilçam hayaletini canlandırıyor belki.

Heyt be! Açılın!


Bütün bu anlattıklarımı tecrübe eden ben ise silik ve içine kapanık bir çocuk ve ergen olarak, hayatımın kayda değer bir kısmını uzun yıllar bir taşra şehri irisi sayılabilecek bu Akdeniz ikliminde geçiriyorum. Alnımda sivilceler uç verirken ablam benim en iyi arkadaşım. Onun verdiği kitapları okuyor, yaşıtlarım o yılların en popüler eğlence mekanları olan diskolarda, barlarda dans ederken onun arkadaşlarıyla ahbaplık ediyorum. Onun şehre, anneliğe ve yeni hayatına alışma sürecini birlikte yaşıyoruz. Çocukken sokakta oynayan komşu çocukları veya misafirliğe gelen akrabaların yaşıtım olan çocukları için şehirli, geçici ve kırılgan bir misafirim. Ergenken ise şortlarıyla bisiklete binen genç kızları veya kızlı erkekli pastanelerde, sahilde oturan yaşıtlarımı uzaktan, hasetle, özlemle izleyen bir yabancıyım.

Antalya bu demek benim için. Tatlı ve ekşi. Uzak bir ülke. Bir yürek sızısı, bir hayaller denizi.

7 Ekim 2016 Cuma

Pastırma yazı, yürek ayazı kitapları



Kasım ayı Ankara'da pastırma yazıdır. Tatlı bir serinlik ile mayıştıran bir sıcaklık birarada.
Ama bizim geçen yılki pastırma yazımız babamın geçirdiği ameliyat nedeniyle İbn-i Sina Hastanesi'nin Hacettepe Hastanesi Kampusu'na bakan bir odasında geçti neredeyse. Dile kolay 18 gün. Neyse ki hayati bir ameliyat değildi ama doktorların ve çoğu hastane personelinin çıldırtıcı ilgisizliği, hatta hadsizliği yüzünden bizi fazladan yordu. Kapıyı çat diye açıp, "Toplayın şu odayı nedir bu hal?" diyen hastabakıcılar mı ararsınız, babamın canının tatlı olmasıyla alay edip kendilerine eğlence çıkaran asistan doktorlar mı, sırf inatlaşma uğruna bir kat yukarı çıkıp iki satır rapor yazmayan ve adamcağızın fazladan bir hafta daha hastanede yatmasına neden olan uzman doktorlar mı, yoksa kalbi hasta olduğu için lokal anestezi vereceğiz diyerek babamı ameliyata alıp, günlerce halüsinasyon görmesine yol açacak dozda narkoz veren ve bunu bizden gizleyen cerrahlar mı?

Remzi abi, güzelim, pek hoş bir poz olmuş bu!


İşte bu hastane nöbetlerinde her fırsatta kitap okumak sağaltıcı bir işlev gördü. İlk kitap en eski polisiye yazarlarından Celil Oker'in Sen Ölürsün, Ben Yaşarım'ı idi. Oker'in bazı kitaplarında bir şeyler beni yakalıyor. Rindmeşrep bir tarafı var Oker'in kahramanı Remzi Ünal'ın. Nedense yerli veya yabancı hemen hemen her polisiye kahramanı looser ve özbakım becerilerinden yoksun, beş parasız, yalnız ve umarsız olmak zorunda. Bu kalıbın dışına çıkmak biraz daha fazla yetenek gerektiriyor galiba. Remzi Ünal da bu hallerden azade değil. Polis eskisi arkadaşımız, bu sefer kentsel dönüşüm furyasına kurban giden İstanbul'un yoksul bir semtinde boy gösteriyor. Hisarüstü, Remzi Ünal'a roman boyunca eşlik ediyor. Hatır için girilen tehlikeli bir macera, politik göndermeler ve yine bir gönül hikayesi. Okunabilir. Çok şey beklemeden...

Hastane odasından eve dönmenin yollarını ararken


Alejandro Zambra'nın çok seveni var. Ben de iki kitabının okuru olarak o gruptanım. Ama bakıyorum da bu aralar onun fazla şişirilmiş bir balon olduğunu düşünenler çoğalmış. Kafa yormama rağmen, eleştirel ekibe bunu düşündürenin ne olduğunu anlayamadım. Diğer kitaplarını da okursam belki onlara hak veririm, bilmem ki. Eve Dönmenin Yolları, Kasım ayında okuduğum Zambra kitabıydı. Daha önce de Ağaçların Özel Hayatı'nı okumuş ve hatta onu daha da çok sevmiştim. Tuhaf bir şekilde Zambra'nın beni yanıltmasını bekliyorum şimdi. Eyyy Zambra sevmeyenler! Beğendiniz mi yaptığınızı?
Neyse efendim, Eve Dönmenin Yolları, Latin Amerikalı yazarımızın darbeler, felaketler ve başka travmalarla örülü Şili tarihine göndermelerle anlattığı kendi çocukluk ve gençlik hikayesi. Sade ve güçlü bir anlatım bence. Ben de bunu seviyor olabilirim Zambra'da. Kendini paralamıyor edebiyat yapacağım diye. Edebiyat o anlatma arzusundan doğuyor bence. Bir şey eklemeden edemeyeceğim: nedir o kapaklar, o cazibesiz tasarım falan? Yoksa Zambra'nın sadeliğine de bu mu yaraşıyor? Hastanede, babamın başında uykusuz, gergin beklerken, eve dönmenin yolunu gösterecek her şeye ihtiyacım vardı. Kitabın adı benim için çok manidar olmuştu.

Ablam kitabı okurken bu tatlı fotoğrafı çekmiş. Dokunduğu şeye değer katar kendisi.


Jhumpa Lahiri'den size daha önce bahsetmiştim. Dert Yorumcusu başlıklı öykü kitabıydı bahsettiğim. Çok çok sevmiştim. Saçında Gün Işığı ise roman. Bu da kaçırılmamalı. Okuduğum en iyi, en unutulmaz kitaplar listesinde yerini alabilir. Saçında Gün Işığı, Hintli iki erkek kardeşin hayatlarını, birbirinden farklı yollara giderken karşılaştıklarını ve yollarını birleştiren genç bir Hintli kadını anlatıyor. Apolitik olanı akademisyenliğe yönelirken, devrimci harekete katılan diğerinin yaşadığı travma, Hindistan'ın politik, ekonomik, kültürel geçmişine ve bugününe temaslarla anlatılıyor.

Kapak bana bir şey anlatmıyor


Son kitap, Neşe Cehiz'in Cüceler'i. Bu da Radikal Kitap'ta rastgelip aldıklarımdan. Cehiz'i belki Asi, Kırık Kanatlar, Baba Evi, Zerda gibi dizilerin senaryo yazarı olarak tanıyan vardır. Biraz da bu cezbetmişti beni kitabı alırken. Ama çok memnun kalmadım bir romancı olarak Cehiz'den. Kitapta aile kurumunun eleştirisiyle karşılaşıyoruz. Galiba tanıtım metninde beni cezbeden de bu olmuştu. Sonradan görme, nüfuzlu bir adamın karısı olan kahramanımız, bolluk içinde mutsuz ve kendini kaybetmiş bir durumdadır. Kendi istekleri ve beklentileri, koca ve çocuklarınkinin çok gerisinde kalmıştır. Bu tanıdık hikayeyi çarpıcı bir finalle noktalamaya çalışsa da bence başarılı olamıyor yazar.

Hasıl-ı kelam, bu kadar laf ettikten sonra size Kasım ayı için sadece iki kitap önerebiliyorum: Saçında Gün Işığı ve Eve Dönmenin Yolları.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...