15 Ekim 2016 Cumartesi

Bir rol pakırı anı eşliğinde yine Antalya...

Antalya çocukluğum ve ergenliğimi bir önceki yazıda, şehir rehberi tadında anlatmıştım. Şimdi de yerelle karşılaşma tecrübesinden bahsedeyim istiyorum. Çünkü, önceki yazı hakkında arkadaşlarla konuşurken, Ankara'da doğup büyümüş, orta sınıfa mensup bir ailenin çocuğu olarak, 70'lerin Antalyasının bana sakinleri, kültürü, adetleri ve gündelik hayat pratikleriyle de şaşırtıcı geldiğini hatırladım.

Antalya'nın yerlilerinin yekpare bir kitle olduğunu söyleyecek değilim. Sözünü edebileceklerim, benim yine ablam ve onun çevresi aracılığıyla tanımış olduğum Antalyalılar.

Sıcak iklim insanı onunla başetmenin türlü yolunu bulmuş. Antalya'da geçirdiğimiz bunaltıcı yazlardan birinde babam sokaktan geldi ve şaşkınlıkla: "Beton Kahve'de oturuyorum iki saattir. Ben şıpır şıpır terlerken, bir sürü ihtiyar örgü hırkayla istiflerini bozmadan okey oynuyorlardı" dedi. Önceki yazıda bahsettiğim Beton Kahve, o zamanlar gerçekten de kahvehaneydi. Şehir henüz gecekondulardan mürekkepken, çarşı içindeki kahvehanenin betondan inşa edilmiş olması sanırım o adla anılmasına sebep olmuştu. Neyse efendim, hakikaten zamanla Antalya insanının sıcakla imtihanını, bizim gibi soyunup dökünerek ve yellenerek değil, sıkı giyinip uyuyarak verdiğini öğrendik. E tabii imkanı olanlar yaylalara çıkıyorlardı.

Uyuyarak mı dedim? Evet, uyuyarak. Şehri ve sakinlerini daha yeni yeni tanımaya başladığımız günlerde gittiğimiz bir kadın gününde, evin Antalyalı sahibi bize geleneksel ikramını yaptıktan sonra - ki bu ikramdan birazdan bahsedeceğim - "Benim üküm geldi, azcık kestireyim" diyerek tam karşımızdaki divana, bize de arkasını dönerek devrilivermez mi? Şaşkınlıkla birbirimize bakışımızı unutamıyorum. Misafirin kölesi olmak gerektiği şiarıyla yetiştirilmiş biz Orta Anadolu'nun kavruk insancıkları için rahatlığın bu raddesi anlaşılır gibi değildi. Hakikaten evsahibinin uykuda atlattığı yakıcı öğlen sonrasının sıcağını biz, kendimizi o koltuktan bu divana atarak, elimize geçen her kağıt parçasıyla yelpazelenerek ve kısık sesle evsahibinin dedikodusunu yaparak yenmeye çalıştıydık.

Evsahibi uyanınca, hazırladığı yiyecek içeceğin sıcağın yarattığı iştahsızlığa kurban gittiğini düşünerek, memleket kültüründe yaygın olan ısrarcı tavırlarla tabağı çanağı önümüze itelemeye başladı. Önümüze iteledi çünkü ikramlıklar yere serilen bir sofra bezinin üstüne yerleştirilmiş koca bir siniye serpiştirilmiş patlamış mısır, çekirdek, pişi, taze şamfıstığı, leblebi ve diş buğdayı dediğimiz haşlanmış buğday ile nohuttan yapılan bir yiyecekten mütevellitti. İlk kez böyle bir misafir ağırlama tarzı görüyor ve şaşkınlığımızı gizlemeye çalışıyorduk. Zamanla alıştık tabii bu tarza ve sevdik de.

Şehir sakinlerinin yazları zırt pırt uyumalarına alışmıştık artık. Ama bir sahil şehrinde yaşayan insanların yüzme bilmemelerine anlam vermemiz çok zor oldu. Dediğim gibi Orta Anadolu sakinleri olarak, yazları en fazla bir hafta deniz yüzü görmemize rağmen iyi kötü yüzme biliyorduk. Düşünüyorduk ki, Antalyalılar balık gibi yüzerler. Ne münasebet! Çoğunun denizle ilişkisi çok sınırlıydı veya hiç yoktu. Tarım temel geçim kaynağıydı. Balığın kıt olmasından balıkçılığın çok rağbet görmediği anlaşılıyordu. Çok geçmeden turizm, tarımla at başı gitmeye başladı. Şehrin turistik tarafı öne çıkmasına rağmen, yerlilerin muhafazakar tavırları çok uzun süre gündelik hayata hakim oldu. Yerli kadınların sokaklarda şortla dolaştığı nadirdi. Geleneksel yaşantı şehre gelen yabancıların yaşam tarzından uzak tutuyordu yerlileri. Bu durumun değişmesi 80 sonrasını buldu.

Sokak tezgahlarında satılan iri salatalıklar ve kaktüslerin dikenli meyvelerine başka sahil şehirlerinden alışkındık. Ama tirmis denilen ve camlı vitrini olan üç tekerlekli arabalarda satılan mısır benzeri çerezi ilk kez görüyorduk. Ablamın evinin önünden sık sık geçen bir amca "Ti ti ti tirmiiiis!" diye ne zaman bağrınsa ben koşarak aşağı iniyor ve tirmise dalıyordum. Ha, bir de keçi etinden söz etmeliyim. Antalyalılar keçi etine çok alışıktılar. Şehrin dağlık kesimlerinde keçi çok oluyor, oralarda yaşayanlar da tadı hafif ekşimsi olan keçi etinden başka et yemiyorlardı. Şimdilerde keçi sütü ve peyniri çok revaçta. Ama hala büyük şehirlerde keçi etine rastlamadım. Bizim damak tadımıza hiç uymadı bu keçi eti. Tavşan eti de öyle. Tavşan eti mi? Evet. Eniştemin köyünde ava gitmek adettendi. Bazen tavşan da vuruluyor ve derisi soyulduktan sonra kanı süzülsün diye ayaklarından asılıyordu. O manzara zaten bir felaketti benim için. Tavşanı minnoş bir hayvan olarak çocuk kitaplarında, hadi bilemediniz kırda bayırda, hayvanat bahçesinde görmüş bir çocuk olarak o işlemlerden geçmiş minnoşun kahverengi etini yeme fikri tüyler ürperticiydi benim için.




Ama babam ava gitmekten kurtulamadı tabii. Ava giden avlanır. Daha ilk seferinde kamyonetten düşerek ayağını kırdı. Bir sağlıkçı olarak onun aklına hemen kırık ayağı alçıya aldırmak geldiyse de, köyün yaşlıları, neden bilmem "Parlamento" adını verdikleri bir kırık-çıkıkçıya, geleneksel usüllerle tedavi olması için ısrarcı oldular. Parlamento ziyareti yapıldı ama sonuç hezimet olunca hastane yolları göründü babama.

Orta Anadolu şivesine alışık kulaklarımıza Akdenizli insanların şivesi oldukça yabancıydı. Kızdılar mı, "Afat ölümcüğü gelsin" diye beddua edip, bir deprem, sel veya heyelan sayesinde düşmanını bertaraf etmeyi hayal eden Antalyalılar, iş yapmak zorunluluğu ortaya çıkınca da, "Adı belli adamdan iş mi kaçar?" diyerek ortadan kayboluyorlardı. Bir şeyin nerde olduğunu sorunca "Endirde" diye cevap veriyor, belliydi zaten yerine "evel de var" diyorlardı. Bir "rol pakırı", onlar için bir ölçü birimiydi. Pakır, bakır (yani bir tür bakraç) demekti, rol olarak telaffuz  ettikleri de bir deterjan markasıydı. O deterjanın kovasının alacağı kadar bir miktarı kastediyorlardı. Falan/filan kelimesini nerdeyse hiç kullanmıyor, onun yerine "bile"yi kullanıyorlardı. "Hacer bile gelirse beraber gideriz" diyorlardı mesela. Haliyle bu şifreleri çözmek zaman aldı.

Yaşlı birinden söz ederken adının sonuna "ce/ca" eki koyuyorlardı. Ahmetce, Fatmaca gibi mesela. Yakın arkadaşlarına "ahretlik" diyorlardı. Şimdi gençlerin "ölümüne kanka" dedikleri türden bir dostluktu bu sanırım :)

Böyle geçmiş zaman kipiyle yazdığıma bakmayın siz. Antalya'da bu bahsettiklerim hala var. Ama şehir, memleketin genel kentleşme tecrübesine uyum sağlayarak birbirinden farklı kültürleri ayrıştırdı. Aynı zamanda şehrin yerel kültürünü "ehlileştirdi". Hala yer sofrasında pişi ve patlamış mısır ikram ediliyor misafirlere ama eskisinden daha az. Ya da bu ikramları yapan kitleyi görmeden yaşamanız mümkün. Bir de artık tüm büyük şehirlerde olduğu gibi, internet sayfalarından alınan tariflerle moda olan ikramlıklar yapılıyor ve sunuluyor misafirlere. Bazen de kafelerde buluşuluyor, kabul günleri pastanelerde, kebapçılarda yapılıyor.

Evlerde işler böyle yürürken, Antalya bir kültür-sanat, üniversite şehri oldu. Kurumsal eğitimler kışları boş olan Antalya otellerinde veriliyor. Başka büyük şehirlere uğramayan birçok yabancı sanatçı oraya gidiyor gösteri yapmak, imza günü düzenlemek için. Bir zamanlar kışları unutuluşa terkedilen şehir, artık hiç can sıkıntısı çekmeden yaşayabileceğiniz ama geçmişin dokusunun silikleştiği bir yere dönüşüyor giderek.






2 yorum:

  1. Benim çocukluğumu, memleketimi anlatmışsınız Funda Hanım. Antalya'ya ablanız Nurşen Hanımı ziyarete geldiğiniz zaman kısmet olur da buluşursak tamamlarız arada unuttuğunuz şeyler olursa :)

    YanıtlaSil

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...