28 Eylül 2014 Pazar

Bu mesleğe giriş maceram ve bunalımlı yıllar

Erken denebilecek bir yaşta (24) devlet kapısında çalışmaya başladım. Şanslıydım, hedeflediğim, hatta takıntı haline getirdiğim bir mesleğin mensubu olarak girmiştim devlet kapısına, akademisyenlik... Ama şanssız olduğum ve meslek hayatım boyunca peşimi bırakmayan taraf, bir "haksızlığa uğrama" hali, "sırtını dayayacak kimsesi bulunmama" hali ile yaşamamdı.

Aslında fakülteyi 22 yaşında bitirmiştim. Hemen o yıl da yüksek lisansa başlamıştım. Daha öğrenciyken sebatla ve inatla denediğim gazetecilik işinde başarılı olamayacağım anlaşılmıştı. Kan uyuşmazlığı vardı bu meslekle benim aramda. Halbuki daha çocukken karar verdiydim gazeteci olmaya. Ama benim kararlılığım yetmiyormuş demek ki, mesleğin de beni sevmesi gerekiyormuş.

Neyse efendim, gazeteci olamayacağımı anlayınca, gazetecilik pratiğindeki işleyişi de deneyimlediğim için, ben bu işe uzaktan bakıp teorisini yapayım diye karar verdim. Okumayı, araştırmayı, yazmayı seven biri başka ne karara varsın? Bu kararı verince de hemen yüksek lisansa başvurdum kendi fakültemde.

Bizim hayata atıldığımız yıllarda bir işe girmek, haliyle araştırma görevlisi olmak da, sınav kabusu görmek anlamına gelmiyordu. ALES males yoktu. Var olmaya başladığında da göstermelik bir sınav olmaktan öteye geçmedi uzun süre. Tek kabusumuz yabancı dil sınavları oluyordu devlet liselerinden mezun çocuklar olarak. O sınavlar bile şimdiki kadar acımasız değildi. Kendi kendinize çalışarak alıyordunuz yeterli notu.

Ben yüksek lisansa başlar başlamaz, çeşitli iletişim fakültelerinin kapılarını zorlamaya başladım. Takıntılı bir insan olarak yılmamaya kararlıydım. Önce kendi fakültemi denedim. Hem de birkaç bölümü birden. Derdim neyse? Ben jüri üyesi olsam, iki ayrı bölüme başvurmuş bir adaya iyi gözle bakmam. Birinci denemenin başarısızlıkla sonuçlanması hiç moralimi bozmadı. İkincide ise sürpriz! Kazanmıştım araştırma görevliliği sınavını. Akşama kadar bekleyip sonuçların asıldığını ve orda, "kazananlar" başlığı altında adımı gördüm ve tüy kadar hafif, esrik bir şekilde eve gittim. Babam ve annem de en az benim kadar sevindiler. Babamın, "İyi oldu kızım, bir kadın için en ideal meslek öğretmenliktir" cümlesinde somutlaşan muhafazakarlığını bile görmezden geldim.

Ertesi gün gerekli evraklar nelermiş, diye öğrenmek üzere babamla fakülteye gittik. Ta ta! O da ne? Adımın "kazananlar" başlığı altında yer aldığı listeyi indirmiş, yeni bir kazananla başka bir liste asmışlardı. Ben en çok babamın kederine ve öfkesine takılıp kalmıştım. Gidip sekreterlikle konuşmasına, sesini yükseltmesine engel olamadım. "Hocalar sonradan karar değiştirdiler" diyordu sekreter. Ben ise elim ayağım boşalmış, konuşulanların geri kalanını duyamaz halde kapı eşiğinde bekliyordum. Herkesin şimdiki aklı daha akıllıdır ya! Şimdiki aklım olsa, dava açardım. Kazanırdım da. Geçmiş gitmiş işte! Sonra babam kırık dökük dönüş yolunda bana "Her işte bir hayır vardır kızım, şerde bile hayır vardır" dedi. Bu bana teselli olabilir miydi o anda? Sonradan kıymetini anladım ama bu sözün. Yine de söylendiği anda hiçbir hükmü olmuyor. İkimiz bir olup küfretsek bunu yapanlara daha fazla sevinecektim o gün.

Ama tabii ben yılmadım. Konya'da açılan sınava başvurdum ertesi yıl. Bu sefer de, mülakata kadar geldiğim halde yine başarısız oldum. Hemşehrilik ve eski öğrencilik kontenjanından başka birisinin alındığını beyan ettiler. Birlikte sınava gittiğimiz iki arkadaşım da aynı durumdaydı. Yükü sırtlamak kolay oldu bu sefer. Hem şehri de sevmemiştik. Kazansaydık napıcaktık ki orda? Böyle konuşa konuşa, kendimizi rahatlatarak geri döndük. Haliyle o kadar koymadı kaybetmek. Hem yine bugünkü aklım ve tecrübemle değerlendirdiğimde durumu, bir hocanın yıllardır tanıdığı öğrencisini asistan olarak almasının makul olduğu hükmüne varıyorum.

Sonra sıra Ankara'daki ikinci İletişim fakültesine geldi. O da Gazi Üniversitesi'ndeydi. Habire de sınav açıyordu. Görece yeni olduğu için elemana ihtiyacı vardı. Her sınava başvurdum. Hepsinde mülakata kadar geldim. İlkinde üniversitenin hocalarından birinin, başka bir uzmanlık alanında çalışan yeğenine söz verilmişti, geri çevrildim. İkincisinde, alınması istenen kişiye takoz olmayalım diye, diğer adaylara sınav yapıldıktan bir gün sonra çağrı gönderilmişti. İşte yeni bir dava konusu. Bugünkü akıl, nerdesin?

Son sınavda, artık ümitlerim tükeniyordu. Yine Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi'ndeydim. Mülakata kadar geldim yine. Elim güçlüydü, yabancı dil ve bilim sınavı notlarım iyiydi. Mülakat salonuna girdiğimde, o zamanki dekan bana: "Yine mi sen? Bıktım senden. Ne inatçıymışsın. Şansın yok işte, anlamıyor musun?" dedi. Tuhaf bir inattı bendeki. Başkası olsa o an çıkıp gider. Ağzına geleni söyler. Nasıl olsa kaybedecek bir şeyi yoktur. Ama beni şeytan dürtmüştü herhalde. Sesimi çıkarmadan bekledim. Sorular başladı. Hepsini iyi cevapladığımı düşündüm daha cevaplarken. Halbuki panikleyen bir insanımdır. Hele mülakatlarda.



Mülakatı yapan jüride, Türkiye'de bilişim alanının gelişmesine öncülük etmiş kıdemli ve de çok iyi niyetli bir hoca vardı. Bir de neşeli bir iktisat hocası. Dekanın öfkesi ve hırçınlığını törpülediler. Bana hiç de haketmediğim övgüler yağdırdılar ve ben o sınavı kazandım. Kazasız belasız da işe başladım.

Başladım ama üvey evlat olarak başladığım işte, her türlü alet edevattan mahrum bırakıldığım kalabalık bir odada dünya kadar angarya iş yapmaya mahkum edildim. Sekreterlerin yapması beklenen, davetiye yazma, gidip dağıtma gibi işleri de ben yapıyordum. Tezimi yazdığım halde bir tek benim daktilom yoktu. Odada sadece yönetime yakın olan bir kişide telefon vardı. Biri bizi ararsa kalkıp onun masasına gidiyorduk. O da bu durumdan hiç hoşlanmıyordu. Gidip hamisi olan dekana şikayet edince, o hakkımız da elimizden alındı. Bir tek onun kitaplığı vardı ama hiç kitabı yoktu. Oraya biblolar falan koyuyordu. Bizim kitaplarımız yerde veya masamızın üstünde yığılı duruyordu. Biz, diye bahsettiğim solcu ve inatçı olduğum için sevilmeyen ben ile ülkücü oldukları ve yönetime ters düştükleri için sevilmeyen birkaç araştırma görevlisi ve uzman.

Beni mecbur kalarak kuruma alan ve bu yüzden de benden nefret eden dekan, zırt pırt odasına çağırıyor, saçma sapan gerekçelerle azarlıyor, "Bugün niye uğramadın?" deye kafa tutuyor, sürekli iş yığıyordu. Ayaklarım geri geri gidiyordu her gün işe gelirken.




Kitap dizmekte ne var ki? diyesim geliyor. O derece bezdirilmiştim yani.

Neyse günü geldi malum dekan gitti. Biraz rahatladım. Yeni elemanlar alındı. İşbölümü oldu, arkadaşlıklar kuruldu. Ama bugün adına mobbing denilen, ayrımcılık, kötü muamele ve baskı dönem dönem azalmakla birlikte hiç bitmedi. 2010 yılında ordan ayrılana kadar hakettiğim hiçbir kadroyu alamadım. Ruh ve beden sağlığımın bozulmasının yanı sıra hakettiğim maaş artışını da, kadrosuzluk sebebiyle elde edemedim. Ama babamın yıllar önce sarfettiği, "şerde bile hayır vardır" sözü bu baskıcı ortamdan kurtulmamı sağlayan olaylar gerçekleştiğinde gözle görülür hale geldi.

Bütün bunlar, Gazi Üniversitesi'nin Türkiye'nin ilk mobbing merkezini açtığı haberini duyduktan sonra kafama üşüştü. Yazıp sizinle paylaşayım dedim.

5 yorum:

  1. Aslında Türkiye nin gerçeğini anlstmissiniz. Ne diyeyim bilemedim. Bu ülke kadar vatandaşını üzen bir ülke var mıdır diye çok düşünmüşümdür. ..

    YanıtlaSil
  2. bu ülkeyi oluşturan hoyrat, kibirli ve egoist, aslında zayıf karakterli olan insanlar.

    YanıtlaSil
  3. Mücadelenizi kutluyorum ,zor bir süreçmiş.Yazınızı kızım okumalı ,sizin yaşadıklarınızın çok azını başlangıçta yaşadı ve geri adım attı iki yıl.Bu yıl dönüyor bakalım başarıp , başedebilecek mi...Sevgiler ,selamlar.

    YanıtlaSil
  4. Yine bam tellerime dokunan bir yazı. Bir makale bürokrasinin küçücük bir parçasını mıncıklayabilir ancak. Bu alışkanlıkları anlatan bir kitap yazmış olsaydınız, o torpil mekanizmalarının mikro organizmalarına kadar inerdiniz. Örneğin, (belki de) babaların çocuğunu seviş biçiminden, aile ekonomisini yönetiş biçiminden, inancından, verdiği oy kalitesine kadar bir çok şeyi sorgulardınız.
    İçinde yaşadığımız toplam düzenin hücrelerinin de o hak etmeyenin kazandığı birimlerden oluştuğunu büyüteç altına almış olurdunuz... Benzer köprülerden geçmişiz. Bu yüzden kalın do'dan daha kalın olsun diye bam telim çınladı. "Amele mektebinde soylu rüyalar" nispeten bunları anlatır. Türkiye düzeni içinde sıfır torpil ile ne kadar yol alınabileceğinin hikayesi...

    YanıtlaSil
  5. birçoğu için öyledir ama bu meslekte sebatkar ve sinirleri sağlam bir insan olmak gerekiyor. evet, benimle benzer sorunları yaşayan birkaç kişi her şeyi bir kenara bırakıp başka mesleklere yöneldiler.

    YanıtlaSil

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...