7 Aralık 2014 Pazar

Neden gazeteci olamadım?


Daha 9-10 yaşlarındayken gelecekteki mesleğimi seçtiğime inanırdım. Gazeteci olacaktım ben. Gazetecilik mesleği öyle değerliydi ki benim için, bütün naifliğimle, "gasteci" denmesine bile bozulurdum. Ne kadar sık tekrarlıyorsam artık gazeteci olmak istediğimi, aile bireyleri, bebekken bile gazete kağıtlarıyla oyalandığım, mızmızlanınca önüme koyulan albümlerden fotoğrafları çıkarıp yaladığım söylencesini yaydılardı. Beni de inandırdılardı. Öyle inandım ki anlatılanlara, damağımda fotoğraf kağıdının tadını şu anda bile duyabiliyorum. Acaba, sonradan merak edip tadına baktığım için mi böyle? :)

Neyse efendim, günler geldi geçti, babamın itirazlarına ve men etmelerine inat üniversite sınavında Ankara Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu'nu, en üst sıralara yazdım. Babam, sevimli bir çocukluk anısı olarak kalsın istiyordu gazetecilik takıntım. Avukat olmalıydım ben. Babam hep avukat olmak istemiş. yoksulluktan üniversiteye devam edememişti. Benim doğmama yıllar kala girmişti ama Ankara Hukuk'a. Evli-barklı, iş güç ve çoluk çocuk sahibi bir adam olarak bitirmeyi başaramamıştı Hukuk'u. Ama Dil Tarih'i bitirdi sonunda. İçinde kalan ukdeyi benim sayemde söküp atacaktı.

Bu hüzünlü hikayenin manevi yüküne rağmen, üniversite sıralamasını yaparken kuzenim de işbirliği yaptı benle. Gazeteciliğe girişimi garantiledik. Yoksa babamı kandırmak ne mümkün!

Başarılı bir giriş yaptığım Basın Yayın'ı, ortalamanın altında bir notla bitirmeme sebep olan çocukluk aşkıma daha birinci sınıfın sonunda kavuşmuştum. Babamın Eğitim-Sen'li bir arkadaşı bana ANKA Ajansı'nda stajyerlik ayarlamıştı.

ANKA Ajansı Meşrutiyet Caddesi'ndeki bu binanın 3. katındaydı. Şimdi değil.


Ajans alem bir yerdi. Bir kere Veli Abi vardı. Veli Özdemir. İstihbarat Şefi'ydi. Ama bence ondan öte bir şeydi. Çünkü, ajansın ortaklarından Özer Abi (Esmer) ile Müşerref Hanım (Hekimoğlu) o çılgın tempoya dışardan bakarlardı. Özer Abi hemen yan odada olmasına rağmen, Müşerref Hanım ise arada bir uğradığı için. 1972'de Altan Öymen'in kurduğu ajansı, çok sonradan Veli Özdemir satın alacaktı zaten.

Özer Abi ne kadar mülayim ve iyi huylu bir adamsa Müşerref Hanım o derece otoriter ve ihtişamlı bir kadındı. Ajansa geldiğinin muhtemelen bütün bina sakinleri farkına varırdı. Elinde yurtdışından getirdiği ufak tefek hediyeler olur, hepimize biraz tepeden bakar, benim gibi tıfıllara selam vermeye bile tenezzül etmez, talimatları sıralar, aynı hızla çıkar giderdi.

Veli Abi'nin otoritesini paylaşan kimse yoktu o yüzden büroda. Ama yıllanmış muhabirler mezarlığıydı ajans. Mezarlık diye boşa demiyorum. Gerçekten yetenekli olduklarını düşündüğüm deneyimli abiler ve ablalar, çalıştıkları kurumun itibarsızlığından ve bununla atbaşı giden düşük gelirlerinden kaynaklanan bir mutsuzluk ve yer yer atalet içindeydiler. Her gazetenin, televizyon kanalının, derginin çok sayıda muhabir çalıştırdığı o yıllarda kimse Ankara'daki küçük bir ajanstan haber satın almıyordu mecbur kalmadıkça. Bir zamanların parlak ajansı, bütçesizlikten ve ilgisizlikten küçülüp çekmiş, kendi yağıyla kavrulan bir haber merkezine dönüşmüştü. Köhne mobilyalar, boyasız duvarlar, acil bir durum ortaya çıkmadıkça habere giderken binilen otobüsler, dolmuşlar...

Stajyer olarak başladığım ajansta, birçok benzerim gibi önce kültür-sanat, sonra da gündem haberlerine bakmaya başladım. O gün boşta kalan hangi basın toplantısı, miting, seçim gezisi, sergi vb. varsa ben gidiyordum. Toplu taşımla tabii... Teybim falan yoktu. Not defterim vardı. Fotoğraf makinasının sözü bile edilemezdi. Haberden dönünce boş bulduğum bir daktiloda yazardım haberimi. Gittiğim basın toplantılarında hediyeler dağıtılmasını, ikramlar yapılmasını çok tuhaf karşılamıştım başlarda. Hoşuma da gitmişti.

Herhalde herkes bilir, gazeteciler açık büro sisteminde çalışır. Herkes birbirini, şef de herkesi görür. Telefon konuşmaları çaktırmadan dinlenir, iş mi yapılıyor, dalga mı geçiliyor gözlemlenir, haber atlatma girişimleri anında tespit edilir.

Ben de böyle bir gözetleme ortamında Nuh-u Nebi'den kalmış bir daktiloda haberimi daktiloda takırdattıktan sonra Veli Abi'ye veriyor, onun pis bir sırıtışla okuması ve ardından çoğu satırı karalamasını bekliyordum gergin bir halde. Çoğu zaman da top yapıp basket atıyordu haberimi uzaktaki çöp kutusuna.

Bu eziyet çok uzayınca ve ben Veli Abi'yle ÇGD'nin lokaline gidip gelmeye başlayınca anladım ki, Veli Abi biraz beni terbiye etmek, bana yüz vermemiş olmak için haberlerime kıyıyordu. Ne de olsa uyduruk haberlere gidiyordum ve biz de çok az haber satabilen bir ajanstık. Veli Abi'nin benim üzerimde otorite tesis etmesi için birkaç dişe dokunur haberi feda etmesi sıkıntı yaratmazdı!

Hararetli edebiyat sohbetleri yaptığımız, bira içtiğimiz, sağla solla dalga geçtiğimiz Veli Abi, Ahmet Abi (Abakay) ve Mümtaz Abi'den (İdil) birçok güzel anı kaldı bana. Ama Veli Abi'nin genç bir kadın olduğum ve mutedil bir kişiliğe sahip olduğum için beni hırpalamasını hiç unutmadım. Yıllar sonra bir dersime konuk olarak geldi. Onun yanında öğrencilere bu tecrübemi anlattım. Veli abi, kem küm etti, bunun muhabir yetiştirmenin bir parçası olduğunu söyledi falan. Hatta biraz da şişindi bu durumdan. Neyse, onun ne söylediği önemli değildi. Ben bunları unutmadığımı ona hatırlatmış, o zaman dilimin ucuna gelenleri sonradan söylemiş olayım da...

Kültür-sanat muhabirliğiyle başlayan maceram, Körfez Savaşı patlak verdiğinde yabancı radyolardan haber tornistan edecek derecede yabancı dil bilen kimse olmamasının yarattığı fırsatla, Dış Haberler servisine geçmemle nihayetlendi. Orada Hasan Esat Işık'ın sabık gelini Conxita Işık ile çalışıyordum. Küçücük bir odada saatlerce birlikte kaldığımız Conxita, tek başına oğlunu büyüten, suskun ve güçlü bir kadındı. Gazeteciliği sanki biraz da mecburiyetten yapıyor gibiydi. Körfez Savaşı süresince ajansımız rağbet gördü, Conxita ile ben de birkaç haber sokabildik ana akım medyaya. Ama asgari ücretin neredeyse yarısı kadar bir paraya, yıllarca çalışmak çok yıpratıcıydı. Beni ANKA'dan uzaklaştıran en son darbe ise çok ağır gelmişti. İki yıldır ajanstaydım. Günlerden bir gün, benim gibi stajyer olarak çalışmak üzere ajansa bir erkek muhabir geldi. Veli Abi ertesi gün gidilecek basın toplantısına onu yollamaya karar verdi. Beni de yardımcı olarak yanına vereceğini beyan etti. Tahmin edersiniz ki, söyleyecek söz kalmamıştı artık.

ANKA'dan sonra birkaç yerde daha çalıştım. Nokta Dergisi, Türk Haberler Ajansı gibi. Gazeteciliğe üzülerek tövbe edip akademiye dönene kadar her çalıştığım kurumda, gazetecilerin mesleki deformasyonlarının, kibirlerinin altında yatan komplekslerinin, dünyayı kurtarıyormuş, halka hizmet ediyormuş hissiyle üstesinden geldikleri yoksunluklar ve aşağılanmaların her çeşidini gözlemlemiş oldum.

Gazeteciliğin erkek egemen mesleklerin önde gelenlerinden olduğunu her iş günü yeniden deneyimledim. Kadın gazetecilerin beden dillerinde ve jargonlarında yüzleştiğim erkeklik halleri şaşırttı ve yıprattı en çok beni. Sonradan, dışardan bakmaya başlayınca anlamaya çabaladım. Hem bedensel, hem de sinirsel dayanıklılık gerektiren, erkeklere ait olduğu düşünülen bir mesleğin kadın mensupları olarak, yine erkeklere ait olduğu düşünülen alanlara, mekanlara, düzenlere dahil olmaya çalışmak kolay iş değildi. Kırılgan, kibar, özenli olmak mümkün değildi. Bunun için de kadınları suçlamayayım bari diye düşündüm hep.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...