10 Aralık 2014 Çarşamba

Gazeteci olamama hikayemin devamı...

Gazetecilik maceralarıma devam ediyorum. Ona göre :)

Esmer olduğum için aşağılanmaya alışkındım. Bir zamanlar zayıf da olduğumdan "kara kuru" diye nitelenmek kırıcı olmaktan bile çıkacak kadar kanıksanmış bir durumdu benim için. Sempati gösteriyormuş gibi yaparak alay edenler de vardı: "kara kız", "kara böcü" gibi. Sanırsın ailemiz ve yakın çevremizde herkes Selanik göçmeni :)

İşte bu yüzden, ANKA Ajans'ta staja başladığım ilk gün, "Arap" nidasını duyunca hızla dönüp baktım. Ama yok, seslenilen kişi kendini iyi biliyordu. "Höö" diye cevap verdi daktilosundan başını kaldırmadan. Kısa sürede öğrendim ki, "Arap" ve "Müdür" gazeteciler arasında yaygın bir seslenme biçimiymiş. Hem de herkes birbirine aynı isimle hitap etmesine rağmen, ilgili kişi seslenilenin kendisi olduğunu anlıyordu. Vurgudan veya bağlamdan belki. Bu hitapların esbab-ı mucibesini öğrenemedim ama. Belki kültürümüzde Arap olmaklığın aşağılayıcı bir konuma tekabül ediyor olmasındandı. Niye derseniz, size gazetecilerin yaşam standartlarının ve çalışma koşullarının sefaletinden, haber kaynakları ve halk nezdindeki imajlarından uzun uzun söz edebilirim. En iyisi sormayın. Arap kölelerden hallice mi görüyorlardı kendilerini acaba?

Müdürlük makamı ise herhalde bir ironi içeriyordu. İtibarsızlığın mizahı, itibarsızlığı katlanılır kılan bir alaycılık. Ayrıca dikkatinizi çekerim, eril bir tınısı var. Bunlar benim tahminlerim tabii. Bir bilen varsa ondan aslını esasını öğrenmek isterim.

İşe başlar başlamaz, bana ilk söylenen okulda öğrendiğim her şeyi unutmam gerektiğiydi. Etik ilkeleri, haber yazma tekniklerini, mizanpajı falan. Tek avantajım on parmak daktilo bilmek olacaktı. Çünkü, o dönem internet, cep telefonu benzeri araçlar yalnızca ülkemiz başbakanı ile cumhurbaşkanının çalışma ofislerinde bulunuyordu sanırım. Faks bile çok kıymetli bir aletti. "Habere giden" muhabir, büroda kalana telefonla haberi "geçiyordu". Ahize kulağınızda, mümkün olan en yüksek hızda size söylenenleri, imla hatalarını ve Türkçe bozukluklarını da düzelterek daktilo etmeliydiniz. Çünkü daha şefiniz kontrol edecek ve dizgiye girecekti. Zamanla ve rakip yayınların muhabirleriyle yarışıyordunuz. Hele ajans söz konusu olunca, gazete ve televizyon muhabirlerini atlatmak haberin satışını garanti ediyor ve büyük avantaj sağlıyordu. Allaha şükür bunu bari iyi yapıyordum.

Ama sabahları tek tek elden geçirmemiz gereken günlük gazeteleri okuyabilmek müşküldü. Çok satar gazeteler kıdemli, ağızlarındaki ve bedenlerindeki dilleriyle caydırıcı olan muhabirlerin himayesinde oluyordu saatlerce. Çay-sigara içerek, arada muhabbet ederek öğlene kadar kıraat ediyorlardı onları. Ben sadece az satar gazetelere ve çok satarların eklerine bakabiliyordum. Çay lekeleri ve simit kırıntılarıyla dolu çok satar gazeteler, iş işten geçtikten sonra önüme geliyordu.

Başlarda tecrübeli muhabirlerin yanına ilişerek gidiyordum habere. İlişerek diyorum, çünkü bundan hoşlanmıyorlardı. Ayak bağı olacağımı düşünüyorlardı onlara. Biraz da haklılardı. Çünkü bana bir şeyler açıklamak, yol göstermek, beni uyarmak durumunda kalıyorlardı sık sık. Kimisi yokmuşum gibi de davranıyordu tabii. Önceleri çok kızdığım bu durumu, yıllar sonra Rüzgarlı Sokak belgeseli yaparken anlamaya çalıştım. Eski muhabirlerle konuşurken bir tanesi şöyle dedi: "Biz mesleği tecrübeli abilerimizden çaldık. Çünkü onların bize bir şeyler öğretecek vakitleri ve sabırları yoktu". Ufku sabah doğup akşam batan bir meslekte, başdöndürücü hız, rekabet ve gerilim içinde kim kime ne öğretmeye çalışabilir? Zor tabii. Ama mesleği ehlinden çalmak fikri de çok cazip. Görgü ne güne duruyor. Görgü varken bilginin ne hükmü var?

Bu eşlikçilik hallerinden birinde, ki o dönem Nuray ile birlikte DP haberlerine bakıyordum, ölen bir milletvekilinin cenazesine katılmak için Antalya'nın Elmalı ilçesine gitmek gerekti. Partinin özel uçağıyla ve Demirel ile birlikte gidilecekti. Nasıl yalvaran kedi gözleriyle baktıysam, Veli Abi beni de şaşırtarak bir kıyak yaptı ve Nuray'la birlikte bana da yer ayırtıldı uçakta.

İlk kez uçağa binecektim. Havaalanına gittik, ekibi bulduk ve uçağa girdik. Nuray bana şöyle bir küçümseyici bakış atıp, "hadi sen geç bakalım bu seferlik cam kenarına", dedi. Sevincimi çaktırmamaya çalışarak geçtim. Dönüşte aynı ikramı yapmadı tabii Nuray. Dönüşte ayrıca beni hayrete düşüren bir olay da cereyan etti. DP'li milletvekillerinden biri, koridorda servis yapan hostesi elle taciz etti. Ben de gözümle gördüm. Hostesin poposuna hafif bir şaplak attıktan sonra, arkadaşlarına dönüp göz kırptı ve hep beraber tıksırana kadar güldüler. Aynı şey hostes için geçerli değildi tabii. Ağlayarak kabinine gitti. Şikayet etmesini ve Demirel'in söz konusu milletvekilini uyarmasını beklemiştim tüm safdilliğimle. Ama nerde? Edebilir miydi? Nasıl etsindi? Ederse kendi huzuru kaçardı en başta.

ANKA'dan ayrıldıktan sonra kısa süre çalıştığım Nokta Dergisi'nde adının İlter olduğunu hatırladığım birçok benzeri gibi fırlama bir muhabir vardı. Ben ve sınıf arkadaşım kendimizi göstermeye çalışıyor, heyeacanla sabah toplantılarına katılıyor, haber konuları, dosyalar öneriyorduk. Çalışan sayısı az olan ve dergi olduğu için görece yavaş bir tempoda çalışılan Nokta'da yine çok erkek, az kadındık. Üstelik sınıf arkadaşım evli ve hamileydi. Öğle yemeklerine onunla birlikte çıkıyorduk. Ama hemen hemen her öğlen, derginin köşe yazarlarından olan emekli bir hoca veya erkek muhabirlerden birkaçı bizi yemeğe çıkarmayı teklif ediyordu. Bu türden salvoları beceriyle bertaraf etmeyi başarıyor ve uzaktan bakınca farkediyorum ki, namus ehli, ürkek iki kız çocuğu gibi görünüyorduk. Günlerden bir gün İlter çok meşhur bir kebapçıya gideceğini söyledi ve ikimizin de onunla birlikte gitmemiz için ısrar etti. Yılışıklıklarından ve cinsiyetçi üslubundan yılmış olduğumuzdan bin dereden su getirdik. En sonunda arkadaşım, "Biz et sevmiyoruz ki" demek durumunda kaldı. Aldığımız cevap insana bir araştırma konusu bahşeder iğrençlikteydi: "Bir kadının et sevmemeye hakkı yoktur".

Yakın zamanda yayınlanan Etin Cinsel Politikası (Carol Adams, Ayrıntı) İlter'in temsil ettiği insan türünü anlamakta iyi bir kılavuz.


 


Bazı mesleklerin mensuplarının ayrı birer ırk oluşturabilecek kadar tipik olduklarına inanıyorum. Gazeteciler de bu gruba girebilir. Acaba genç bir erkek muhabir neler yaşar, hep merak etmişimdir.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...