4 Mayıs 2015 Pazartesi

Ne olursa okurum abi!

Geçen haftasonu Panora'daki Kipa'da geçirmem gereken bir yarım saatim vardı. Bu yarım saat benim Kipa'ya maruz kalmam şeklinde geçti diyebilirim.

Evdeki bütün tabak-çanağın kırılmasını arzu ettirecek çeşitlilikte tabak-çanak; hiç kullanılmayacağı daha baştan belli çeşitli mutfak aparatları (sarımsak soyucu, patates ve elma dilimleyici, nar soyucu gibi); annemin artık yaşlandığını düşündüğü dönemlerde giydiği coğrafya öğretmeni ceket ve etekleri  ve de her iki reyon arasında karşınıza çıkıp size bir kürdanın ucunda sucuk, krem peynir sürülmüş ekmek uzatan muhtemelen öğrenci stand görevlileri arasında geçen maceram, kitap reyonu önünde son buldu.


 
Bari biraz kitap karıştırayım da vakit geçsin, diyerek yaklaştığım reyonda yabancı yazarların best seller romanları başta olmak üzere, komplo teorileri üzerine inşa edilmiş Türkiye tarihi anlatıları (yukarıda göreceğiniz gibi "Türkiye Yanıyor"muş), resmi tarihe destek atacak sözde araştırma inceleme kitapları (bkz. "Ermeni Suçlamaları ve Gerçekler"), kişisel gelişim kitapları falan üstüme hücum ettiler.

Ben de onlardan bana mikrop bulaşacakmışçasına bir titizlenme ve kibirle kitaplara hiç ellemeden, halkımızın okuma pratiği hakkında düşünmeye başladım. Eskiden şuna inanırdım: insanlar yeter ki okusunlar, ne okurlarsa okusunlar. Çok eskiden yani. Şimdi öyle düşünmediğimi farkettim bu reyona bakarken.

İletişim çalışmalarında "eşik bekçiliği" diye bir kavram vardır. Hangi olayın, kişinin, sözün haber değeri taşıdığına karar verir eşik bekçileri. Bu da medyanın yayın politikasına göre belirlenir. Haber değeri taşımayan, söz konusu medyanın dünya kurgusu içinde yerini alamaz. Görünmez, gösterilmez. Yayın politikasının konjonktüre göre değiştiğini söylememe gerek yok. Siz zaten yaşayarak görüyorsunuz.

Kültür-sanat alanında da aynı şey söz konusu. Tiyatroların repertuarları belirlenirken, festivallere kabul edilecek ve yarışacak filmlerin sahip olmaları gereken özellikler sıralanırken birileri eşik bekçiliği yapıyor ve bazı kültür-sanat ürünlerinin izleyiciye ulaşması engelleniyor mesela.

Büyük sermayenin uhdesindeki kitabevlerinin ürün skalası de eşik bekçiliği pratiğinden nasibini alıyor. Özellikle sol içerikli yayınlar yapan, politik olarak muhalif nitelikteki yayınevlerinin, yazarların kitapları bu kitabevlerinin raflarında göze çarpmıyor. Özellikle gidip sorarsanız, ya bir kopya depodan bulunup getiriliyor ya da hiç bulunmuyor. Yukarıda sözünü ettiğim Kipa, Migros gibi hiper marketlerin kitap reyonları için de aynı şeyi söyleyebiliriz.

Hal böyle olunca, kim ne okursa okusun, yeter ki okusun dileği pek de hayırlı bir dilek olmuyor. Okuru, hakim cinsiyet rollerine hapseden, muhafazakar ideolojiyi empoze eden, vesveseli, komplo teorileri üzerine kurulu, yalan yanlış bilgiler ortaya atan ve zincirleme olarak bunları yeniden üreten bir külliyat ile köşeye sıkıştırılmakla kıyaslanınca, bilgisayarda candy crush saga ve benzeri oyunlarla oyalanmak o kadar da korkunç görünmüyor.


 

5 yorum:

  1. Allah kitap bulunmayan yerde yaşamaya mecbur etmesin. O kitap reyonlarına dalacak hale gelebiliyor insan. İyi tarafı da şudur ki o aptal kitapların 2. eli iyi para ediyor, istediğin kitapla değiştirebiliyorsun Kadıköy sahaflarında :)

    YanıtlaSil
  2. best seller okumaz değilim de, okuma zevkimi şekillendirmeye çalışmasalar iyi :)

    YanıtlaSil
  3. "Dostun önünde buluşalım!" benzeri başlıkta bir derleme bekliyoruz sizden Funda Hanım. Yayın sektörünün kapitalistleşmesi; zincir mağazalar... başka köklü ve olumsuz sonuçlar da doğuruyor. Ankara'nın değişen kültürel hayatı gibi bir çalışma. Eski Dosttaki sakallı adam neyi "temsil ediyordu" mesela :) İmza: "Çama Çime Gidenler Birliği (ÇÇGB)"

    YanıtlaSil
  4. Ne güzel kitap adı olur. Çok da satar ama Angaralılar alır :)
    eski Dost'ta sakallı adam mı vardı? hatırlayamadım.
    peki ya siz kimsiniz çama çime gitmediğiniz zamanlarda?

    YanıtlaSil
  5. Bu durumun ne kadar vahim olduğunu instagram semalarında gezinip de kitaplar hakkında fikirlerini paylaşan, birkaç bin takipçisi olan insanları görünce anladım. Saramago da okuyor, Trendeki Kız da ve ikisine de aynı minvalde yorumlar yapıyor. Onları dinleyip söylediklerinden etkilenen, Trendeki Kız'ın muhteşem bir kitap olduğunu düşünen, "İthaki'ye sen ne yapıyorsun, bu kitaplar nedir!" baskısı kurmayan kırma bir okur kitlesi de var artık. Çok satan okunur da, kafa dağıtmak için okunur; okuduktan sonra onu "edebiyat" zannedenler daha da tehlikeli.

    YanıtlaSil

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...