Şehirde geçirilen uzun ve sıcak yaz tatillerinde çocuklar hep sorun olurlar. Anneler çalışmasalar bile çocukları günün üçte ikisinde oyalayacak okul ve ödevler yoktur artık. Ya sokakta oynamaya müsait değildir oturulan semt ya da hava öyle sıcaktır ki sokağa salınan bebeyi hasta eder. En azından anneler, nineler ve komşu teyzeler öyle düşünürler. E kendileri de oyalayamaz çocuklarını, yoktur öyle bir alışkanlıkları. Oyun mu oynasınlar onlarla, sohbet mi etsinler, parka mı gitsinler? Evde yapılacak dünya kadar iş vardır. İş olmasa, komşu sohbetleri daha tatlı gelir.
Hal böyle olunca, belli saatlerde sokağa salınan çocuk bile öğle oldu mu, uykuya yatmaya zorlanır. Öğle uykusuna zorlanmayan var mı aranızda? Kimi vaadlerle veyahut tehditler, tokatlarla...
Yaz tatillerinde uykunun neşeli kardeşi Kur'an kursudur. Şehirlerde de... Benim çocukluğumda Kur'an kursuna gitmenin dini, ırkı, sınıfı, kültürü yoktu. Bir nev'i yaz okuluydu Kur'an kursu. Süslenir, püslenir, Kur'an-ı Kerim'imizi koltuğumuzun altına sıkıştırır, en yakın mahalle camisine akın ederdik. Girişte kızlar başlarını örterlerdi. Bu kurslarda tam olarak neler öğrendiğimizi hatırlamıyorum. Çünkü, daha ilk derste hoca uzun sopasıyla kafama vurunca çok korkmuş, "bir daha gitmicem" diye tutturmuştum.
Sen misin gitmeyen? 8-9 yaşını geçmiş bir kız çocuğunun sokakta geçireceği vakit kısıtlıdır. Hele öyle erkeklerle, top peşinde felan.
Annem, annanem ve komşu teyzelerin işbirliğiyle dantel öğrenmeye teşvik edildim. Tabii teşvik biraz iyimser bir fiil, zorlandım da diyebiliriz. "Zincir çekmek", "batmak" gibi dantel terminolojisine ait terimlere kısa sürede vakıf oluverdim. Önce beni sokaktan alıkoyan bir domestik faaliyet olarak gördüğüm dantelden tiksinmiş, baya ayak diremiştim. Ama sonradan sardı bu iş beni. Şimdi görsen, her modeli çıkarırım, iddialıyım.
Dantel öğrenmek fena bişi değildi tabii de, yaşıtım erkekler sokakta adeta hazdan anırarak oynarlarken, ben, naylon çoraplarının lastiğinden boğum boğum olmuş bacaklarını altlarına alarak oturan annanemin arkadaşlarıyla, devamlı kocalarını ve kaynanalarını çekiştiren annemin komşularıyla evde kalıp, sessizce el işi yapmaya zorlanmama çok içerliyordum. Gerçi yaşıtım kızların çoğu aynı durumdaydı. Ama bu teselli olmuyordu tabii. Bizim çevremizde bir kız çocuğu hem okumalı, hem de ev-el işinin ortalamanın üstünde bir beceriyle yapabilmeliydi. Annem hem okulda başarılı olmamızı bekler, hem de komşuların, akrabaların hamarat kızlarını emsal gösterirdi. İşte dantel örmeyi öğrenmek de, ustadan çırağa aktarılan bir zanaat olarak ailenin kadınlarından miras kalacak bir altın bilezikti. Dile getirilmeyen faydası ise bu deneyimin, ergenlik arifesindeki kız çocuğunun sokaktan uzaklaştırılıp evin çeperine yakınlaştırılmasıydı. "Yobazlar gibi", belli bir yaşı geçen kızı eve kapatacak halleri yoktu ya. Ama sokağın akışına da bırakamazlardı. Çok gezen kadınlar için "keliği (ayakkabısı) sokakta kalmış" diyen bir annanem de vardı, hem de otoriterdi. Kendisi nasıl gezerdi bilseniz. Ama ekber kadındı o artık. Gezmekle kaybedecek bir şeyi yoktu.
Annem dantelde kabiliyetli, çeyiz hazırlamakta namlı ve "namus ehli" bir kadın olarak daha ilkokula gitmezden evvel benim çeyizim için dantel örmeye başladı. O kadar çok ve çeşitli ördü ki, giderek dantelden bir dağ oluştu evin içinde. Henüz evlenmek aklımdan bile geçmezken örülen işlevsiz ve gösterişli parçaları gördükçe hafakanlar basardı. Ne karanlık bir hayatı temsil ederdi bunlar.
Bundan kaçış olmadığını ve bunun annem için bir nevi terapi, bir nevi kariyer olduğunu anlayınca, bari işime yarayabilecek parçalar olsun diye perde örmesini istedim ondan. O koca koca parçaları sabırla ördü. Görüş kabiliyeti azalmışken bile örmekten vazgeçmediği dantellerden yükselen dağ, ailemle birlikte yaşarken hayatı zorlaştıran ev eşyaları olarak; evlendikten sonra ise kendi evimde annemin göz nuru dantelleri kullanmadığım için etraftan gelen teessüflerle üzerime yıkıldı hep. Yaşlandıkça annemi anlamaya çalıştım. Dantelden bir denizin içinde yüzmenin zorluklarıyla, annemin dantelle kurduğu ilişki hakkında düşünme çabası içinden çıkılmaz bir hal aldı. Şükrü Özçelik de bunun hakkında düşünmüş. Anne-babasına, kardeşlerine sormuş. İzlerken, yer yer "annesine haksızlık etmiş", yer yer de, "e haklı çocuk" dedim ben. Belki görmemişsinizdir. İşte:
http://www.youtube.com/watch?v=ABtx9DUDE_o