27 Aralık 2015 Pazar

Okumak direnmektir.

"İntihar etmeyeceksek içelim bari!" diye başlar Bir Düğün Gecesi'ne Adalet Ağaoğlu. Memlekette olup bitenler karşısında acıdan, utançtan gebermeyeceksek, okumaya-yazmaya sığınalım bari diye düşündüm ben de.

Nisan ayı okumalarımı yazmayı sürekli erteliyordum. Neyi bekliyordum ki? Hayat devam ediyormuş gibi yapmak bir dert, etmiyormuş gibi yapmak ayrı...

O zaman direnme, dayanma gücü verebilecek, umut aşılayabilecek, farkındalık yaratacak ve başka dünyaların bilgisini sunacak okumalara devam.

Nisan ayı benim için artık zor geçiyor, doğduğum ay olmasına rağmen. Çünkü, son beş-altı yıldır, herhalde yaştan kaynaklanan alerjik reaksiyonlar gösteriyor vücudum ağaçların çiçeklenmesine, havanın bir soğuk bir sıcak olmasına. Halbuki ne güzel aydır Nisan. Erken basan uykulardan önce okuyabildiğim kadar okuyorum.

Bu ayın ilk kitabı, Merin'in (Sever) önerdiği Emine Sevgi Özdamar'ın Hayat Bir Kervansaray'ı oldu. Merin, bana bu kitabı okumamı sıkı sıkı tembih etmişti. Özdamar'ın otobiyografik anlatısı Haliçli Köprü'yü yıllar önce okumuş ve bayılmıştım. Bu da otobiyografik anlatının ilk kısmıymış. Haliçli Köprü'de çok farklı bir üslup denemesi ile bir dönem hikayesi anlatılıyordu fonda. Altmışlar Türkiye'sinde solun tarihine önemli bir katkı bence.

Haliçli Köprü'nün arka kapak yazısından:

"Haliç Köprüsü'ne doğru yürüdüm. Erkekler eskiden olduğu gibi sokakta yine apış aralarını kaşıyorlardı. Köprünün yanındaki vapurlar güneşte parıldıyordu. Haliç Köprüsü'nün üzerinde yürüyen insanların uzun gölgeleri her iki yandan vapurların üstüne düşüyor ve beyaz gövdeleri boyunca ilerliyordu. Bazen bir sokak köpeğinin ya da bir eşeğin gölgesi de oralara vuruyordu, beyaz üzerine siyah."

Tam da bu hafta, Hakan Erdem'in, kurgu tarihe/tarih kurguya ilham verebilir mi tartışması etrafında dönen konferansını dinlemişken, kurgunun tarihin can dostu olduğunu iddia edeceğim. Yakın zamanda, kişisel hikayeler ve kurgusal metinlerden yola çıkan bir sol tarih projesi planlıyordum. Konferans niyetimi pekiştirdi.

Laf lafı açtı yine. Ne diyordum? Hayat Bir Kervansaray.
Bu kitapta, Özdamar'ın İstanbul'da başlayıp Bursa'da süren çocukluğuna eşlik eden Menderes döneminin kültürel iklimi ile karşılaşıyoruz.

Tesadüf eseri Bursa'ya gidecektik Nisan'da ve ben bu kitabı o gidişten bir hafta önce bitirdim. Üstüne bir de, Ottoman History Podcast sitesinde, "Osmanlı Döneminde Bursa Otelleri" tezinin yazarı İsmail Yaşayanlar ile yapılan söyleşiyi dinledim. Bu ahval ve şerait içinde, ilk kez gittiğim Bursa bana büyülü bir alem gibi göründü.

Özdamar'ın henüz imar faaliyetlerinin kazmasını yeni yeni yemeye başlamış Bursa çocukluğu şehirle ilk karşılaşmamın kılavuzu oldu. Irgandı Köprüsü, Setbaşı, Hüdavendigar, Hüsnügüzel, Arabayatağı, Tophane, Yeşil ve Çekirge...

Hayat Bir Kervansaray sadece Bursa'yı anlatmıyor tabii. Bir orta sınıf ailesinin karanlık dehlizlerine iteliyor sizi. Küçük bir kızın büyüme sancısını, ebeveyn hoyratlığını, ataerkil baskıyı üstünüzde hissediyorsunuz.

Kitaplarına güzel isimler de bulmayı da başaran yazarlar soyundan olan Sevgi Özdamar'ın öteki kitaplarının adlarına bir bakın hele: Kendi Kendinin Terzisi Bir Kambur, Tuhaf Yıldızlar Dünyaya Bakıyorlar Gözlerini Kırpmadan ve Annedili.

Köprü'nün korkuluklarında yürüyen kız bu işte.


Bu güzellemeyi çok uzattım. İkinci kitaba geçeyim usulca.

Edith Wharton'u İki Kız Kardeş ile çok çok sevmiştim. Tüm kitaplarını okumaya kararlıyım o sebeple. 20. Yüzyıl başlarının Amerika'sında yazan Wharton, bizde yeni yeni tanınmaya başlayan ama çağdaşı birçok kadın yazar arasından sıyrılabilecek yetenekte ve duyarlıkta bir yazar. İlknur Özdemir'in çevirmenlikteki başarısını kimseye anlatmaya lüzum yok. İyi bir çevirmen bir yazarın müptelası yapabiliyor insanı.

Yaz Bitince'de 18 yaşını süren Charity'nin bir mevsimlik macerasını anlatıyor Wharton. Charity, bir taşra kasabasında, evine sığındığı saygın avukat Royall'in himayesinde yaşamaktadır. Genç mimar Lucius'un kasabaya teşrifiyle taşlar yerinden oynar. Genç bir kadının aşkı, cinselliği keşfi ile birlikte, Amerikan kırsalındaki etnik ve sınıfsal ayrımlar/çatışmalar da görünür hale geliyor kitapta. Evrensel bir genç kadınlık krizi var hakikaten. Bunu da görmüş oluyoruz kitapta. Rica ederim okuyunuz.

Wharton. Tam da tahayyül ettiğim gibi.


Can Kozanoğlu çok zeki ve esprili bir adam. Sanki mesai arkadaşınız veya komşunun fırlama oğlu. Ben gençken, Pop Çağı Ateşi ve İnternet Dolunay Cemaat kitaplarını iletişim alanında çalışan biri olarak, henüz yayıncılık patlamasına maruz kalmamışken okumuştum. Çok zihin açıcıydı kitaplar. Okuması da keyifliydi. Bunun üstüne, Acemi Eğitimi'ni okudum. O da otobiyografik bir anlatı. Küçük Can ile karşılaşıyoruz Adana sokaklarında. Yalan Yıllar ise Kozanoğlu'nun İstanbul'da, medya sektöründe yaşadığı artık kimse için şaşırtıcı olmayan deneyimleri anlattığı bir metin. Yine okuması çok keyifli ve Türkiye'de televizyon ve dergi gazeteciliğinin serencamını izleyebiliyorsunuz.Yakın tarihe ilişkin tanıklıklar ve neşeli hikayeler de var.

Yok muydu allasen komşunuzun böyle bir oğlu?


Magda Szabo'nun Kapı adlı romanı bence bir başyapıt. Her okuyan da bu fikri paylaşıyor. Yakın zamanda filme de alındı. Filmi de çok iyiydi. Sonra aynı yazardan Katalin Sokağı'nı okudum. O da unutulmaz bir romandı ama İza'nın Şarkısı, Kapı'dan sonraki yerini alır sıralamada.

İhtiyar Bayan Szöcs'ün kocasını kaybettikten sonra tek kızı İza ile yaşadıklarını, geriye dönüşlerle anlatıyor Szabo. Yaşlılık, yalnızlık, aşk, şefkat ve yas hakkında bir roman. Kendine ait bir oda metaforu üzerine derin derin düşünebilirsiniz. Geçtiğimiz yılın olağanüstü kitaplarından.

Ev-cilik, Gülnur Akgül'ün fotoğraflı öykü kitabı. Cep kitabı da diyebiliriz. Çok kısa, çok çarpıcı. Edebiyatımızda alışıldık olmayan bir tarzda hazırlanmış. Alef cesurca işler yapıyor. Akgül'ün Ada Evinde Bir Gece Uyumadan Önce/Psychogeography'si yine Alef'ten çıkmış foto öykü kitabıydı. Aynı atmosferde geçiyor Ev-cilik de. Okumaya değer.

Bu ilk kitap. Muhtemelen bundan başlamalı.




Hayat Bir Kervansaray, Emine Sevgi Özdamar, İletişim
Yaz Bitince, Edith Wharton, Çev. İlknur Özdemir, Kırmızı Kedi
Yalan Yıllar, Can Kozanoğlu, Can
İza'nın Şarkısı, Magda Szabo, Çev. Hakan Tansel, Kanat

Ev-cilik, Gülnur Akgül, Alef

25 Kasım 2015 Çarşamba

Mart okumalarında sıra...

Hüseyin Can Erkin, Dil Tarih, Japon Dili'nde hoca. Kendisini Ankaralılar iyi tanır. Ama sanırım artık Murakami hayranları da tanıyorlardır. İşte onun çevirdiği, Kişisel Bir Sorun'la başladım Mart ayı okumalarına. Kenzaburo Oe'yi ilk defa okuyorum. Mahcubiyetle söylüyorum bunu yine. Biraz da galiba herkesin çok bahsettiği bir yazarı okumaktan kaçınma kibri ile gecikmişim. Bu kitabı bana, Kappa'yı öneren genç arkadaşım Sermin verdi. 
Henüz çok genç ve dünya kadar hayali olan kahramanımız, hocasının kızıyla evlenir ve engelli bir çocuk sahibi olur. Bu çocukla birlikte Afrika'yı gezme hayali de suya düşecektir. Babalık tecrübesini, acı bir deneyimle yaşar ve sorgular. Bebeğin olağandışı durumundan dolayı karısı uzun süre hastanede kaldığından, yalnız, dertli ve derbeder bir hayat sürmeye başlar. Bu sırada gençlik aşkıyla karşılaşır ve olaylar gelişir. Kendisi de engelli bir çocuk sahibi olan Oe, belki de bir iç hesaplaşma yaşıyor bu metinde. İç dökme değil, iç hesaplaşma. Vurgulayayım tekrar. 1994'te Nobel almıştı Oe. Ben çok beğendim kitabı. 2015'in favori kitaplarındandı. Tavsiye ederim. Tabii ki çeviri çok iyi.

Evet, kahramanımız sorunuyla başbaşa.


P.D. James'i geçen yıl kaybettik. 20 doğumlu, uzun ve en azından okurları için güzel bir hayat yaşadı. Sevilay (Çelenk) ve kocası Emrah (Özen) polisiye kurdudurlar. Sevilay özellikle kadın polisiyecileri çok sever, takip eder. Ben onların yanında "yeni başlayanlar" kategorisindeyim. James'i de yine Sevilay'ın facebook'ta hüzünle paylaştığı ölüm haberiyle keşfettim. Onun önerisiyle Kadınlara Göre Değil'i okumaya niyetlendim. Ama baskısı yokmuş. Doktora öğrencimiz Bilge bana pdf'sini yolladı sağolsun. Mecbur kalmazsanız pdf'yi basarak okumayın. Rezil bir deneyim. Böyle durumlarda tablet veya başka elektronik ortamlar daha keyifli ve kullanışlı oluyor.
James'i sevdim mi? Eh. Mesela, bir Sue Grafton kadar değil. Ama çok zeki ve meydan okuyucu buldum. Bu da çok kıymetli. Çaylak bir kadın dedektifin ustasının ölümüyle kendini polisiye bir maceranın içinde bulmasıyla açılıyor roman. "Ustam öldü, ben araştırırım" diyen kahramanımız, erkeklerin hüküm sürdüğü suç ve ceza aleminde kendini kabul ettirmekte, hatta hayatta kalmakta zorlansa da çetin ceviz olduğunu kanıtlıyor. Okunulası.

P.D. James'in "son gürlüğü"


Ayizi Yayınevi, arkadaşlarımın kurduğu ve daha da önemlisi Türkiye'nin ilk feminist yayınevlerinden biri olduğu için çok değerli. Az sayıda ve özenle seçilmiş kitaplar basıyorlar. Edebiyatın yanında araştırma inceleme kitapları da var. Bunlardan biri Gökçen Beydilli'nin Elleri Tılsımlı, Modern Türkiye'de Ebelik başlıklı kitabı. Beydilli, geleneksel sağaltım yöntemleri ile modern tıbbın çatıştığı noktaları, cinsiyetçi ve hatta oryantalist diyebileceğimiz önyargılarla örülü bir alan olan ebelik pratiğine odaklanarak anlatıyor. Dr. Ömer Besim'in (Akalın) ebelik ve doğum eğitiminin öncüsü olarak rolünü ele alıyor. Sonra, taşradaki ebelerden en eskileri ile görüşmeler yaparak, doğumun modernleşmesi ile birlikte birer "kocakarı" konumuna yerleştirildiklerini ve kocakarılığın da nasıl itibarsızlaştırıldığını anlatıyor. Zaten hakkında düşündüğüm geleneksel-kurumsal bilgi çatışması/uzlaşması konusunda ufuk açıcı bir okuma oldu. 

Ayizi, Amargi'yi çıkardı uzun süre. Şimdi web'de.


Isabel Allende'nin polisiye yazması önemli haber! Kişisel tarihimde kayda değer bir insandır Allende. Edebi olarak harikalar yaratmasa da, insanı avutan, güzelleştiren, sakinleştiren, ümit veren hikayeler anlatır. Daha gençken Marquez'i taklit ettiğini düşünürdüm. Muhtemelen ediyordu da. Ama olgunlaştıkça, kendine has bir üslubu oldu Allende'nin de. 
Cinayet Oyunu, San Francisco'da geçiyor. Şehirde işlenen bir dizi cinayeti çözmeye çalışan sanal bir cinayet oyunu grubunun dedektif rolünü üstlendiği ilginç bir hikaye. Bu roman sayesinde, sanal ortamda ipuçlarından yararlanarak gerçek ve muhayyel cinayetleri çözmeye çalışan gruplar olduğunu öğrenmiş oldum. İlle de okuyun, diyemem. Ama sizi oyalar, gerer ama hemen rahatlatır Allende. Yaşam enerjinizi yüksek tutar. Kendisininki çok yüksek çünkü. Günlerin Getirdiği adlı otobiyografik kitabını okursanız, göreceksiniz. Cinayet Oyunu'nu değilse bile, Günlerin Getirdiği'ni tavsiye ederim. 

Salvador Allende'nin yeğeni kendisi. Fotoğrafta birlikteler.






Kişisel Bir Sorun, Kenzaburo Oe, Çev. Can Erkin, Can
Kadınlara Göre Değil, P.D. James, Remzi
Elleri Tılsımlı, Modern Türkiye'de Ebelik, Gökçen Beydilli, Ayizi

Cinayet Oyunu, Isabel Allende, Çev. İnci Kut, Can

9 Kasım 2015 Pazartesi

Şubat ayı okumaları


"Hayat devam ediyor" denir ya kayıplardan sonra teselli ve güç vermek amaçlı. Doğru, devam ediyor. Kaybedenler arasındayım ben 1 Kasım'dan beri. Ne yapalım? Bazen de böyle olur. Bazıları da daha sık kaybeder. Güzel yenilir, mağrur yenilir...

Madem hayat devam ediyor, geçen aylar boyunca okuduklarım listesi de devam etsin.

2015 Şubat ayına Monika Maron'un Animal Triste'si ile başladım. Çiçek Öztek ve Sinan Kılıç'ın Alef Yayınevi'nden çıkma bir kitap. Daha önce, aynı yazarın Acayip Bir Başlangıç'ını okumuştum. Yine aynı yayınevinden. Acayip güzeldi. Burda kahramanımız gözümüzün önünde kendi yaşlılığı ve yalnızlığı ile yüzleşiyordu. Maron'dan yaptığım bu ilk okuma, beni onun peşinden ayrılmamaya sevketti.

Alef'in kitaplarını genelde çok beğeniyorum. Maron'un ikinci kitabında çevirmen Mustafa Tüzel de adeta romanı yeniden yazmış. İnsanın tutkulu ve hayvansı yanını teşhir etme iddiasındaki yazar, Berlin Duvarı'nın yıkıldığı dönemin politik atmosferini de arkasına alarak enfes bir okuma deneyimi sunuyor. Kişisel hikayeler ve küçük dünyaları, büyük ve sarsıcı politik dönüşümlere bağlamak hiç de kolay değil. Animal Triste bir "yasak aşk" tecrübesi etrafında ördüğü hikayesiyle bunu başarıyor ve bu yılın en iyi kitaplarından biri bence.

Haa, bir de kapaklar çok güzel. 

Hımm. Filmi de olduğunu bilmiyordum. Acaba isim benzerliği mi?


Alın size bir "yasak aşk" hikayesi daha. Ingrid Bergman'ı Baştan Çıkarmak'ı, Bergman hayranı olduğum için falan değil, Macar savaş fotoğrafçısı Robert Capa'yı merak ettiğim için alıp okudum. Yazar Chris Greenhalgh da sanki ünlü Magnum Fotoğraf Ajansı'nın kurucularından Capa'ya iltimas geçmiş gibi. İkinci Dünya Savaşı'nın bitimiyle işgalden kurtulmuş Paris'e moral gecelerinde sahne almak için gelen şöhretinin doruğundaki ama sıkıcı bir evliliğin kıskacındaki Ingrid Bergman ile Capa'nın kaçınılmaz ve tutkulu aşkı anlatılıyor kitapta. Hikaye Paris ve sonra Hollywood'da geçiyor. Ki bence Hollywood'da yaşananlar daha ilgi çekici. 

Öyle best seller falan olacak türden bir kitap değil. Adına ve dedikodulu olmasına bakmayın siz. Oldukça akıcı üslubu ve incelikli tahlilleriyle ana karakterleri iki ünlü şahsiyet olmasaydı da iyi bir kitap olabilirdi, diye düşündürüyor. Üslubu çevirmenler Taciser Belge ve Ayşen Anadol'un yeteneklerine, deneyimlerine borçlu olabiliriz tabii. 

Adamımız. Nasıl, baştan çıkarıcı mı? 


Remzi Şahin'in Ankara Oteli'ni bir gazetede tefrika edilmiş haliyle keşfettim. Kitap olarak da basılmış. Ama ilginçtir, kitabın yayınevi ve basım tarihi yok. Yetmişli yılların Ankarasında geçen politik bir roman. İçinde Demirel, Ecevit, bakanlardan vekillere siyasetçiler, işadamları, CIA ajanları, hırslı ve şehvetli kadınlar, işbilir siyasetçi eşleri cirit atıyor. Hepsi, gerçek isimlerini çağrıştıracak takma isimlerle anılıyorlar. 

Ankara Oteli bugünkü Atatürk Bulvarı üzerinde, zamanının şaşaalı bir mekanı. Özellikle siyasetçilerin ve işadamlarının buluşma mekanı. Davetler, resepsiyonlar veriliyor burada. İş görüşmeleri yapılıyor, gönül ilişkileri gözlerden ırak sürdürülüyor. Kumpaslar kuruluyor. İstanbul Hilton'un Ankara versiyonu. 

Yazarı, kitapta Demirel'in dürüstlüğü ve masumiyetini kanıtlamaya girişiyor ve kitabı bunun için bir araca dönüştürüyor. Benim beklentim, dönemin Ankarasını temsil eden bir mekan hakkında keyifli bir hikaye okumaktı. Ama siyasetin erkeksi, ötekileştirici, öfkeli ve sevimsiz yüzünü bir gazetecinin kekre kaleminden okumak durumunda kaldım. 

Sözü geçen otelimiz. 


Zuhal Kuyaş'ı, yine Sevin Okyay'ın Ntv'deki kültür sanat programında, kızı Nilüfer Kuyaş'ın konuk olduğu hafta keşfettim. Zuhal Kuyaş, o yıl 90 yaşına girecekti ve kızı Labirent'ten çıkacak son kitabının ona bir doğum günü armağanı olacağını söylüyordu. Sevin Okyay, Labirent'i ayrı bir sever, kollar. Ben de Ankara'daki kitap fuarında sahibiyle tanışmış ve çok sempatik, heyecanlı bulmuştum. Güzel kitaplar yayınlıyorlar. 

Meğer Zuhal Kuyaş, daha gencecik bir kadınken polisiyeler yazmaya başlamış. Sonuncu Oda ve Kartal Yuvası gençlik döneminin ürünleri. Kartal Yuvası'nı daha önce okumuştum. Tarihi bir romandı, yine polisiyeydi. Çok iz bırakmadı bende. Ama Sonuncu Oda, yetkinleşmiş bir polisiye yazarı çıkardı karşıma. İnsanı saran bir üslubu var Kuyaş'ın. Tatlı tatlı anlatıyor, arada geriyor da. İstanbul'da bir yalıda, servetini ve itibarını kaybetme tehdidiyle yüz yüze bir ailenin hikayesi içinden doğuyor gerilim. 

Sonuncu Oda'yı okurken Zuhal Kuyaş'ın genç ve heyecanlı simasını hayal ettim. Onun kuşağından polisiyeci kadın yazar çıkması mucize gibi bir şey. Çok kıymetli bence.

"Geç keşfedilen gizemli yazar" diye sunuluyor Radikal Kitap'ta Kuyaş.


Mart ayı okumalarında görüşmek üzere.






Animal Triste, Monika Maron, Çev. Mustafa Tüzel, Alef
Ingrid Bergman'ı Baştan Çıkarmak, Chris Greenhalgh, Çev. Taciser Belge, Ayşen Anadol, DK
Ankara Oteli, Remzi Şahin

Sonuncu Oda, Zuhal Kuyaş, Labirent

31 Ekim 2015 Cumartesi

Ben geçen bir yılda ne okudum?


Memleket ve haliyle hepimiz seçim sath-ı mahalline gireli çok oldu. Gergin bekleyişlerimiz, endişelerimiz, bezginliklerimiz ve kederlerimiz hiç bitmiyor. Umudumuz da bitmiyor Allah'tan! Umut ne inatçı şeymiş. İyi ki de öyleymiş.

Konuyu biraz dağıtıp, daha keyifli şeylerden bahseden bir yazı yazmak istedim. Malum, uzun süredir öfke ve yas sebebiyle içimden gelmiyordu yazmak. Seçime bir gün kala, seçim yasakları misali, kendime endişe yasağı koydum. Bu sebeple, 2015 yılı başından beri okuduğum kitapları sıralayıp, bazıları hakkındaki fikirlerimi söyleyeyim dedim. Belki, "Ne okusam?" diye düşünenlere fikir verir. Ben başkalarının okuduklarından sıklıkla ilham alıyorum çünkü.

Efendim, Ocak ayına "okumayanı dövüyorlarmış" dendiği için değil, galiba beni efsunladığından, "ne yazsa okumak zorundayım" dediğim için Orhan Pamuk'un son romanını okuyarak başladım. Sessiz Ev'den beri her yazdığını okudum. Edebi olarak cezbetmiyor beni çok fazla Pamuk'un yazdıkları. Ama o iyi bir anlatıcı. Bana bir şeyler anlatmasını çok seviyorum. Anlattıklarında kendi çocukluğum ve gençliğimi, orta sınıf ahlakımı ve münzevi birinin delirmemek için başvurduğu taktikleri görüyorum. Kafamda Bir Tuhaflık, bana şu bakımdan önemli geldi: Türkiye'de erkeklik hallerini, ortak paydaları yoksulluk ve taşralılık olan sağdan, soldan, dinden, imandan ve ülküden farklı erkekleri, ülke siyasetindeki işlevlerini, aile içindeki rollerini, kentleşme ile birlikte geldikleri noktayı, hangi etkenlerle nasıl dönüştüklerini bir kez daha düşünmüş oldum. Sosyolojik bir analiz gibiydi bu okuma deneyimi.

Böyle bir aşk-nefret ilişkisi var halkımızla Pamuk arasında.


Ev Canavarı, geçen TÜYAP'tan aldığım bir kitaptı. Otonom acımasız bir rekabetin best seller'lar ve dağıtım tekeli aracılığıyla görünmez kıldığı küçük ve hevesli bir yayınevi. Fuarda çalışanlarıyla sohbet ederken bu kitap çarptı gözüme. Kent ve mekan dersleri verdiğim için hemen aldım Ev Canavarı'nı. Anonim bir kitap bu. Çok beğendiğim çizimlere eşlik eden anlatı, kentsel dönüşüm pratiği ve inşaat sektöründen yola çıkarak sınıf eşitsizliklerini, mavi ve beyaz yakalı işçileri, tüketim kültürünü, emek sömürüsünü ve kapitalist sistemi sorguluyor. Lise çağında bile okunabilir ve kapitalizmin sömürü üzerine kurulu düzenine çarpıcı bir giriş yapılabilir bu kitapla. Sonra çocuğunuz Dev-Lis'e üye olursa sorumluluk bana ait değil, onu söyliyim de :)

Orijinal adı buymuş


Katherine Mansfield, geç buluşmaktan dolayı utanç duyduğum bir kült kadın yazar. Çok ayıp gerçekten. Kaçırılır şey değilmiş. Can Yayınları ve İş Bankası Kültür Yayınları kapışmışlar aralarında Mansfield'i. Şadan Karadeniz, ablamın kütüphanesinde siftinmekle geçen gençliğimin unutulmaz figürü olduğundan, ben onun çevirisi olan ve Can'dan çıkan bir öyküler derlemesini tercih ettim: Bahçe Partisi. Aslında öykü okumayı pek sevmem, tercih de etmem. Ama bunu sevdim. Özellikle Bahçe Partisi hikayesini. Mansfield dönemi kadın yazarlarının bir ortak üslubu ve ortak hassasiyetleri olduğunu da tespit etmiş oldum bu kitapla. Hem de bu kadın yazarların gündelik yaşamı ve maddi kültürü  incelikli ve güzel yansıtmış olduklarını söyleyeyim. Edith Warton da bu türden bir yazardır. Kadınlar arasında geçen hikayeler, erkeklerin arada bir görünüp kaybolduğu iç dünyalar, hayal kırıklıkları, beklentiler, heyecanlar, küçük kasabaların ruhu bu kitapların ortak özellikleri.

Hikayede anlatılan manzara aşağı yukarı bunun gibiydi.


Ryunosuke Akugatava'nın Kappa'sını bana asistan arkadaşımız Sermin önermişti. O Japon edebiyatını çok seviyor. Seviyor, hafif kaldı, tapıyor. Önerince biraz nazladım çünkü Uzakdoğu edebiyatını, Murakami dışında çok sevememiştim. Neyse, sonunda okudum. Kısacak bir metin zaten. Kült bir metin aynı zamanda. Fantastik ve ütopik bir hikaye anlatıyor. Kahramanın ormanda dolaşırken kaybolup Kappalar Diyarı'na düşmesiyle açılıyor hikaye. Kappa, Japon kültüründe nehirlerde yaşayan, elleri ve ayakları perdeli, düz kafalı hayali bir varlık. Akugatava, Kappa'da idealindeki dünya ile gerçek dünya arasında gidip geliyor. Kitap, Orwell kitapları kadar olmasa da, edebi ütopyalar arasında önemli bir yere sahip. Ben memnun kalmadım kendisinden, Sermin beni affetsin. Naifliğin olumsuz anlamıyla naif buldum Kappa'yı.

Japonların Kappa'yı sevimlileştirme çabaları. Kitapta anlatılan Kappa'lar bu kadar tatlı değillerdi, emin olun!


Ocak ayı, ara tatile de denk geldiğinden verimli bir aymış. Maktulün Şansı da bu ayın okuma listesine girmiş. Algan Sezgintüredi adını ilk kez Sevin Okyay'ın Ntv Radyo'daki kültür-sanat programında duymuştum. Sevin Okyay, Sezgintüredi'yi insan olarak da seviyor. O tipik üslubu ve ses tonuyla tatlı tatlı bahsediyor ondan. Hatta stüdyosuna konuk ettiydi geçenlerde. Yerli polisiye yaşlandıkça bana cazip gelmeye başladı. Politik göndermeleri de olan, ahlaki normları tırtıklayan, muhafazakarlıkla, cinsiyetçilikle, ayrımcılıkla dalga geçen suç hikayeleri iyi geliyor bana. Sezgintüredi'nin özel dedektifleri Vedat ile Tefo, zıt kardeşler olarak en az cinayetin nasıl çözüleceği kadar merak uyandıran karakter özellikleri ve yaşam tarzlarıyla bağımlılık yaratıyorlar. Vedat'ı çekip çeviren ve en sonunda onunla bir gönül macerasına giriş yapan sekreterlerini de unutmamak gerek. 

Algan Sezgintüredi


Ayın son kitabı No Kid, Çocuk Yapmamak için 40 Neden. Corine Maier'in kitabını bana Esen Kitap'tan Özlem Özdemir gönderdi ve hakkında bir yazı yazmamı rica etti. Özlem'le de aynı TÜYAP etkinliğinde tanışmıştık. Çok sevdim Özlem'i. Fuarların böyle faydaları olabiliyor. Başta Özlem'in hatırı için yapılacak bir işti kitabı okuyup hakkında yazmak. Ama okudukça, Maier'in, iki çocuklu, psikiyatr bir kadın olarak ebeveynliğin karanlık yüzünü, üreme politikalarının kimin işine yaradığını, bir veya birkaç çocuğun aileye mutluluk yanında huzursuzluk ve kaygı da getirebileceğini (hatta bazı ailelere sadece bunu getirebileceğini), anneliğin kutsallığı söylencesini ele alan hikayelerini dehşet ve zihin açıklığıyla idrak ettim. Bununla ilgili Radikal Kitap'a yazdım. Bkz.: http://kitap.radikal.com.tr/makale/haber/ebeveynligin-karanlik-yuzu-416656

Bu da size çocuk yapmamak için bir erken ergen :)


Şubat ayı kitapları için başka bir yazıda buluşuruz...


Kafamda Bir Tuhaflık, Orhan Pamuk, YKY
Ev Canavarı, prole.info, Çev. Deniz Esen, Otonom
Bahçe Partisi, Katherine Mansfield, Çev. Şadan Karadeniz, Can
Kappa, Ryunosuke Akutagava, Çev. Oğuz Baykara, Boğaziçi Üniversitesi Yayını
Maktulün Şansı, Algan Sezgintüredi, April
No Kid, Corine Maier, Çev. Canan Özatalay, Esen Kitap




15 Temmuz 2015 Çarşamba

Vallah Billah Kesesi

Benim çevremdeki ev kadınlarının kocalarından, hatta ev ahalisinin tümünden gizli bir birikimleri olurdu mutlaka. Kiminin az, kiminin çok. Bu birikim, kocadan veya çocuklardan gelen ufak tefek harçlıklardan yapılabileceği gibi, ağırlıklı olarak ev alışverişinden maharetle arttırılan üç beş kuruş veya kocalar nezdinde de meşru olan paralı "gün"ler sayesinde olabilirdi. Kimi kadın, çocuklarının çeyizi için bile bu keseden harcama yaparlardı. Kocalar birçok şeyi gereksiz görürdü çünkü. Gereksiz gördükleri şeyler için de para vermezlerdi.

Annem bu gizli ve şahsi birikime, tipik bir Orta Anadolu kadını olarak "vallah billah kesesi" derdi. Biraz kafamın çalışmaya başladığı yaşlarda, "Anne ne demek bu yeaa?" diye sormuşluğum vardır. O da bilmiyordu tanımlamanın referansını. Ama tahminen, ev kadınlığının meslekten sayılmamasından mütevellit, hiç bir geliri olmayan annelerin, zor zamanlar veya keyfi harcamalar için ayırdıkları ve aileye/çevreye, yine işsiz sayılmaları dolayısıyla "vallah billah beş kuruşum yok!" deme keyfiyetini veren bir direniş sanatı idi bu birikim. Bu benim tahminim. Bilen biri vardır belki ve bambaşka bir göndermesi olduğunu bildirir bize.

Bilen bilir, alışveriş bütçesinden tasarruf etmek ne zordur... Hem çoluk çocuğun gıdasını kısmayacaksın, hem evi ve giysileri temiz tutacak miktarda temizlik malzemesi satın alacaksın, hem de bundan birazını çaktırmadan ayıracaksın.

Erkeklerin bir kısmı, "Bizim evde İçişleri Bakanı hanımdır" derler kasıla kasıla. Duyan da, adamın karısına büyük bir değer ve sorumluluk verdiğini sanır. Sorumluluk veriyordur, evet ama bu öyle bir sorumluluktur ki, üç kuruş parayla koskoca bir haneyi ayakta tutma mücadelesidir. Erkekler kasar mı kendilerini böyle bir iş için? Üç kuruş ucuza sebze-meyve almak için akşam pazarına gitmek; çevredeki binbir marketten hangisinde deterjanın hangi gün indirimde olduğunu takip etmek; eskiyen kıyafetlerin yerine usulca ve masrafsızca yenilerini koymak için çarşıda taban tepmek.

Neyse, annemin vallah billah kesesine geri dönelim... Annemin bu kesesinden ben de geç haberdar oldum. Olay şöyle gerçekleşti: tek başına ev dışına çıkmaktan biraz çekinen ve hoşlanmayan annem, hiçbir komşu, ahbap bulamadığı durumlarda yanında beni götürürdü. O zamanın Ankarası şimdiki gibi türlü mal ve hizmetin arz edildiği bir "alışveriş cinneti" değildi. Anafartalar Çarşısı, Moda Çarşısı, Hal, taksitle satış yapan YKM, semt pazarları, tuhafiyeciler falan...

Eminim şimdi de öyledir, o zamanlar her kadının sabit bir kuyumcusu vardı. Anneminki Bedri Bey'di. Bedrettin Yetkin, Örnekal Kuyumcusu.

Bedri Bey'in altın ziynet eşyası kutusu.

Hanif Çarşısı, Anafartalar Caddesi'nin giriş katında, eski Adliye'ye yakın, birçok kuyumcunun bir arada bulunduğu bir pasajdı. Biz sağa sola bakmadan Bedri Bey'e giderdik. Çünkü kendisi orta yaş üstü, efendi ve sanırım hacı da olmasından dolayı güven verici bir zattı. Annem onun kendisini kandırmayacağına can-ı gönülden inanmıştı. Havadan sudan sohbet edilir, çaylar içilir ve ben sıkıntıdan patlarken, annem parmağından çıkardığı bir yüzüğü veya kulağından çıkardığı bir küpeyi tarttırıp üzerine para ekleyerek modaya uygun olan bir yenisini seçmeye girişirdi. Uzun zaman alan seçip beğenme seremonisinden sonra, pazarlık seremonisi başlardı. Alçak sesli ve anlayışlı bir pazarlıkçı olan Bedri Bey, bir Orta Anadolu kadını karşısında nasıl sağlam duracağını bilirdi. Bana göre, önceden bir parça yüksek söylediği fiyatı, annemi ikna etmek ve kırmadığını göstermek için azıcık indirirdi.

Annem pazarlıkta karlı çıkmanın gururu ve modern bir takıya sahip olmanın özgüveniyle, Anafartalar Caddesi kaldırımlarını adımlardı. Posta Caddesi'ne yönelir, Miş Miş'e uğrayıp kuruyemiş de alarak Seyran dolmuşuyla eve dönerdik.

Annemin takı zevki, haliyle bana çok kötü görünürdü. Burun kıvırırdım. Annem yıllar içinde, konu komşunun elinde, kulağında,boynunda, kolunda gördüğü takıları, eskilerini verip üstünü tamamlayarak almaya devam etti. Vallah billah kesesi en çok bunun içindi çünkü.

Zamanla o keseden ablam ve bana da harcamaya başladı. Beğenip de alamadığımız bir takı ama mutlaka takı, o keseden gelen destekle alınırdı. Annem, giysi almamıza bozulur, "Çula çaputa para veriyorsunuz" derdi. Bu arada kendisi çok şık ve oldukça pahalı giyinirdi.

Gel zaman, git zaman annem yaşlandı. Daha önceki bir yazımda ("Annemin Karnıyarık Tenceresi") anlattığım gibi kısa sürede hastalanıp öldü.

Ölümünün ardından eşyalarının denizine dalmak zorunda kaldık. Boğulmamak için anıları tazeleyerek, kah hüzünlenip kah gülerek dolapları eşeledik. Anladık ki, annem sağlıklı olduğu son güne kadar vallah billah kesesini muhafaza etmiş. Bizim için artık çok komik olan miktarda para, muhtelif cüzdanlardan çıktı. Bir kısmını ona biz harçlık olarak vermiştik zaten. Ama asıl acıtıcı olan, bir zamanlar burun kıvırdığımız ama annemin modaya uygun diye her sezon yenilediği üç beş takısı, her birinin kime ait olduğunu kendi el yazısıyla belirterek tasnif ettiği kutularda avcumuzun içine düşüverdi.



Bu ayaküstü ve naif vasiyetnamenin altına adını yazması çok acıklı göründü bana. Resmiyet kazandırmaya çalışmıştı herhalde yaptığı bölüşüme. İçinden çıkan bir iki parça, manevi değer taşıyan ve onun mütemmim cüzü olan şeylerdi. Mesela:


Bir de istisnai olarak hep çok beğendiğim ve annemin gençliğinden kalma şu küpeler:



Anne, vallah billah böyle bir keseye sahip olmayı beceremedim. Olmuyor, zamane kafası almıyor. Ama sen haklıydın. Görünmez emeğinin karşılığı yoktu. O keseden ufak tefek mutluluklar, heyecanlar çıkarıp arada bir kullandın. Az bile!


30 Mayıs 2015 Cumartesi

Her halkın hikayesi mutfakta pişer

Sevil Atasoy'un Labirent adlı kitabı, adli tıbbı, biz fanilerin idrak edebileceği bir forma sokarak, Türkiye ve dünyadan cinayet, intihar ve örgütlü suç hikayeleriyle örnekleyerek anlatıyordu. O kitaptan unutamadığım bir malumat, bir insanın diş minesi analiz edilerek, onun doğup büyüdüğü, varsa göç ettiği coğrafyalara dair ipuçları elde edilebileceğiydi. Çünkü, yıllar boyu yiyip içtiklerimizin kalıntıları diş minemizde birikiyordu. Bütünlüğünü kaybetse bile bir beden, tek bir diş parçası ihtiva ediyorsa, maktulün kimliği belirlenebiliyordu.
(Sevil Atasoy'un adli tıp uzmanlığını politik duruşuna kurban etmesi ihtimalinin ortaya çıktığı şu olaydan sonra kendisine ihtiyatla yaklaşıyorum, o da ayrı bir
konu: http://www.radikal.com.tr/turkiye/prof_sevil_atasoy_pinar_selekin_patlamayla_neden_iliskilendirildigini_bilmiyorum-1039385)

Bu sersemletici ve aydınlatıcı bilgi, geleneklere, ahlaka, inanca, etnik kültüre bağlı yeme-içme alışkanlıklarımızın, sofra kültürümüzün, yaşadığımız iklimin/coğrafyanın bize sunduğu yiyeceklerin ve bunların yemeğe dönüştürülmesinin kişisel hikayemizin önemli bir parçasını da oluşturduğunu hatırlattı bana.

Aradan uzun zaman geçti. Mutfağa, yemek kültürüne, sofra adabına duyduğum ilgiyi hiç kaybetmedim. Saha çalışması yaparken, makale yazarken masaların üstüne, yer sofralarına hep ısrarlı bir bakış attım. Tez yazdırırken öğrencilerin önüne sürdüm tabakları. Annemin tencerede soğan kavururken söylediği "Sarı kurdelem, sarı" türküsünü, anneannemin yere yaydığı bir örtüye yerleştirdiği tepside, dilini hafif dışarı çıkararak ve sağa sola laf yetiştirerek sardığı sarmaları, annemin has arkadaşı olan ve çok genç ölen Hasibe Teyze'nin evinin arka bahçesinde eski anıları yad ederek yediğimiz bulgur pilavını hep hatırladım.

Geçen haftalarda, dünyanın bir başka yerinde yaşayan ve mutfağın hikayelerimizin bir parçası olduğuna inanan bir kadınla tanıştım: Anya von Bremzen.

Anya von Bremzen, nam-ı diğer Annuşka


Anya, Moskova'da büyümüş bir mutfak kültürü araştırmacısı. Piyano virtüözü olmayı hayal ederken, çeşitli tesadüflerin neticesinde yemek araştırmacısı ve yazarı oluyor.

Yetmişli yıllarda annesi ile birlikte Sovyetler Birliği'nden kaçıp ABD'ne iltica etmişler. Memleketlerindeyken Anya'nın babası onları çoktan terk etmiş. Geride büyükanne ve babalar, teyzeler, dayılar ve kuzenler bırakmışlar. Bir de kıtlık ve siyasi baskı altında anavatan...

İşte Anya von Bremzen, Çarlık döneminde başlayarak günümüze, Rusya, Sovyetler Birliği ve sonra yine Rusya ile ondan kopan ulusların hikayelerini, ağza atılan/atılamayan kotletiler, içilen/içilemeyen votkalar, sofraya konulan/konulamayan Çek kristalleri etrafında ördüğü etkileyici hikayelerle anlatıyor. Hikayelerine, Sovyet Mutfak Sanatı, Yemek ve Hasret Anıları adını vermiş. Özlem Yüksel'in okunaklı çevirisiyle harika bir anı kitabı ile karşılaşıyoruz.

Kapaktakiler Anya ve annesi Larisa
Kitabı okurken, bir yandan da bugün Rusya olarak bildiğimiz ve ondan kopan eski Sovyet Cumhuriyetleri olarak andığımız birçok ülkenin kültürüne, siyasi tarihine dair bilgi ediniyoruz. Mutfak kültürü böyle bir şey işte. Beklenmedik biçimde siyasete, ekonomiye, uluslararası ilişkilere, kültür politikasına, dine, geleneğe teyelleniyor.

Anya'nın anne ve babasının köklerine geri giderek anlattığı Rusya ve Sovyetler tarihi, bu toprakların siyasi baskılar, zulümler, çalışma kampları, etnik temizlik, kıtlıklar, yiyecek-içecek kuyrukları ve otoriteryanizmin her biçimiyle örülü, hüzünlü hafızasını canlandırıyor. Halk kitlesi açlık, baskı ve tehditlerle sindirilmişken, yönetici elitlerin sefa sürdüğü daçalar, uçsuz bucaksız Sovyet coğrafyasından akan gıda maddeleriyle bolluk yanılsaması yaratan bir mutfak kültürüne ilişkin mitik anlatılara dikkatimizi çekiyor yazar.

Sovyet gıda sanayiinin halk komseri Anastas Mikoyan'ın hazırlattığı Sovyet Mutfağı kitabının, bolluğu ve ihtişamı temsil eden açılış fotoğrafı.
Kitaptaki "Lenin Keki", "Kurşunlar ve Ekmekler", "Mısır, Komünizm, Havyar" ve "Kırık Dökük Ziyafetler" gibi başlıklar, sizi neyin beklediğini yeterince anlatıyordur sanırım.

Anya'nın kitabının bir başka ilgi çekici tarafı, bu çalışmayı ithaf ettiği annesinin anti Sovyet tavrının, mutfaktaki becerisinin ve daha da önemlisi hayal kırıklıkları, korkular ve travmalarla dolu yaşamının da hikayesi olması.

Bir korku imparatorluğunun boyalı kuşu olan Larisa, KGB'de üst düzey yönetici olan babasına, tektipleştirici Sovyet eğitim sistemine, onu küçük bir çocukla yalnız bırakan kocasına, muhbir iş arkadaşlarına rağmen iyimser, çalışkan ve cesur bir kadın. Bulduğu ilk fırsatta küçük kızını da yanına alıp ABD'ne kaçıyor ve evlere temizliğe giderek ayakta kalmaya çalışıyor.

Anya ve Larisa pirozkhi yiyorlar.
Modern yaşamın hoyrat akışı ve kuralları mutfaktaki anneleri değersizleştirmeye çalışıyor. Mutfak, ancak pazarlanabilir bir gösteri mekanı olduğunda ya da bir şefle birlikte anıldığında kıymetli. Bunun dışında, özel alana, eve ait olan, dolayısıyla değersiz, bıktırıcı bir rutin.

Anya von Bremzen'in kitabı ise diyor ki: mutfağa giren ve mutfaktan çıkan her şey, kokusuyla, dokusuyla, sesiyle ve tabii ki tadıyla bizi biz yapan hikayelerden biri. Hem kişisel tarihimizi, hem de yaşadığımız kültürün tarihini bu hikayelerle inşa edebiliriz.

19 Mayıs 2015 Salı

Zeki Müren de bizi sevecek mi?

Derya Bengi'nin küratörlüğünü yaptığı "İşte Benim Zeki Müren" sergisi Ankara Çağdaş Sanatlar Merkezi'nde. Toplanmasına az kaldı. Bence bitmeden gidin. 29 Mayıs son.

"Yalnızların yalnızıyım, yalnızım"

Sergiyi beğendim. Çok hüzünlendim, çok keyiflendim, bazı şeylere kızdım, cık cıkladım. Bir kere sürekli Zeki Müren şarkıları çalıyordu. Sergiyi gezen herkes şarkılara eşlik ediyordu. Ben dahil, belli bir yaşın üstündekiler tabii :)

Fotoğrafların yanında, videolar, eşyalar, filmlerinden bölümlerin gösterildiği mini bir sinema salonu ve hafızalarda yer etmiş sahne kostümlerinin bir kısmı da sergileniyordu.

Gözalıcı
İnsanın uzanıveresi geliyor
Yıllar önce, Nalan Seçkin'in Bilgi Yayınevi'nden çıkan Zeki Müren biyografisini okumuştum. Fazlaca otokontrollü ve yüzeysel bir anlatı olsa da, ilgi çekiciydi. Yakın zamanlarda da Radyo Haftası, Radyo Alemi gibi dergileri ve Zeki Müren'in şöhretinin doruğunda olduğu zamanların magazinlerini tararken, Zeki Müren'le ilgili birçok malumat derledim. Bir bölümü kendi ağzından. Çok çarpıcı fotoğraflarla karşılaştım. Bunların bir kısmı bu sergide de var. Müren, radyo dergilerinin yıldızı. Çünkü, Elliler'den televizyon yaygınlaşana kadar radyo konserlerinin ve sahnelerin de yıldızı.

Hem, Seçkin'in Müren biyografisinden, hem sözünü ettiğim arşiv malzemesinden, hem de bu sergiden, Müren'in çocukluğunun ağızda kötü bir tad bırakan cinsten olduğu izlenimini edindim.

Ama burda pek tatlı. Tipi de hiç değişmemiş
Babası her gece rakı içiyor diye, anason kokusundan bile nefret etmeler, 6 yaşına kadar altına kaçırmalar...

Ama asıl ilgimi çeken şu oldu: 10 yaşına kadar ana babasıyla yatmış Zeki Müren. Bunu öğrenince hemen aklıma gelen kendi deneyimimiz oldu. Oğlum geçen yıl bazı geceler kabuslar görüp, korkuyla titreyerek yanımıza geliyor ve bizimle uyuyordu. Biz de nörolojik veya psikolojik bir sorun mu var diye, bilenlere danışıyorduk. Genelde iç ferahlatan yanıtlar alıyorduk ama uzak ahbaplardan birinin çocuk psikoloğu olan eşi, ki kendisi televizyona çok bilinen bir pedagojik içerikli program hazırlıyordu, onlu yaşlardaki bir çocuğun geceleri ana-babasının yanına yatmasının onun eşcinsel olacağına dair bir işaret olacağını iddia etti. Dikkatli olmamız konusunda uyardı bizi.

Tabii ki ilk tepkimiz, "E olabilir eşcinsel. Neye dikkat edeceğiz ki?" demek oldu. Ardından, düşündük, dedik ki, herhalde bir erkek çocuk, hayatının hiçbir döneminde güçsüz görünmeyecek, şefkate muhtaç olmayacak, "kız gibi zayıf" davranmayacak. "Erkeklik en çok erkekleri ezer" sözüne gel de inanma.

Zeki Müren'e dönecek olursak, sergi boyunca, çocukluğundan erişkinliğine uzanan köprü boyunca bu ve buna benzer imalarla sık sık karşılaşılıyor. Bunlardan biri de, sünnet olduğunda eline kına yaktırmak istemeyip, yalvar yakar oje sürdürmesi ve sünnet elbisenini bir ay boyunca üstünden çıkarmaması.

E kardeşim, bir yandan çoçuk Zeki'ye dair böyle imalarda bulunuyorsun da, yetişkin Zeki'nin cinsel kimliği niye hala tabu? Dille ikrar edilemeyen fotoğraflarla mı anlatılmaya çalışılıyor?

"Siz anlayın artık" türünden fotoğraflar
Hep bi imalar falan
Bütün serginin bence en katlanılmaz yanı, bu "dilimin ucunda ama söyleyemem" boğuntusu.

Bu memlekette Zeki Müren hep sevildi, hep kollandı, onunla gurur duyuldu, sanat güneşi oldu. İstisnai durumlar vardır elbet. Ama Bülent Ersoy, hatırı sayılır bir nefret söylemine maruz kaldı, alaya alındı. Zannımca, Bülent Ersoy'u zor durumda bırakan, biyolojik olarak da erkekliğinden kurtulmasıydı. Zeki Müren gibi, imalar, kenardan dolanmalar, tam sınırdan dönmelerle kadın olmadı. Kılık kıyafetiyle, abartılı makyajıyla, sevgilileri ve kocalarıyla arz-ı endam etti. Kendinden "benim gibi bir kadın" diye başlayan cümlelerle bahsetti. Meydan okudu. Bu yüzden cezaevine bile düştü. Yasaklı oldu.

Güçlü sesi yabana atılamayacağı için "diva" dendi ona. Güçlü karakteri ve asabiyeti de hayatta kalmasını sağladı sanırım.

Zeki Müren, çocukluğum ve gençliğim boyunca hatırladığım kadarıyla, ne zaman kadınsılığına vurgu yapılsa, geçmişinde kadınlarla yaşadığı aşk ve seks maceralarından bahsetti/bahsettirdi. Kendisinden çocuk aldıran kadınlar ve nişanlılar ortaya sürdü. Sonu gelmez bir inkar pratiğine hapsoldu. O yüzden de mutsuz oldu gibi geliyor bana: "Siz beni hep böyle bildiniz, mesut bahtiyardan şarkılar dinlediniz..."

Hem Müren, hem de Ersoy milliyetçi muhafazakar, hatta cinsiyetçi bir söyleme sık sık başvurdular. Ersoy hala başvuruyor. Ne zaman bir çıkış yapsa, muhalif bir tavır takınsa, ardından çark ediyor, dine, ahlaka referansla durumu kurtarmaya çalışıyor.

Her ikisi de vesayetçi, otoriter kurumlara destek veriyor, maddi ve manevi katkıda bulunuyorlar. Evet, şimdiki zamandan bahsediyorum. Zeki Müren sergisinde Mehmetçik Vakfı stand açmıştı. Müren'in mirasını vakfa bağışladığı belirtiliyor ve bizim de parasal destek olmamız için çağrı yapılıyordu.

Kendi kendime sinirlenirken şunu da düşünmedim değil: ne yapsaydılar? Böyle bir toplumda, akıl ve beden sağlıklarını minimum düzeyde koruyarak var kalabilmek için birtakım tavizler vermek şarttı. Ayrıca, cinsel kimlikler konusunda özgürleşmek, mutlaka düşünsel olarak da özgürleşmek, eleştirel bir zekaya sahip olmak anlamına gelmiyordu ki?

İşte o yüzden, "Zeki Müren'i seviniz" çağrısına canı gönülden uymama rağmen, belki de tanışsaydık beni ve benim gibileri sevmezdi, dedim kendi kendime.

Neyse işte, böyle böyle düşünerek, sevdiğim şarkıları Zeki Müren'le birlikte mırıldanarak sergiyi tavaf ettim.

Müren'in şu haline hiç tesadüf etmemiştim:

Esmer Zeki

Ayrıca, Ankara'da, Gençlik Parkı Yazar Gazinosu'nda çalışırken kullanmak için Ankara'dan, Gaziosmanpaşa'dan bir ev almış. Bunu öğrenmek de hoş oldu. Büyükler o günleri hep anlatırlar, o muhteşem konserleri, kadınlar matinelerini...


Zeki Müren'in dünyaca ünlü benzeri Liberace'in hayatı film yapıldıydı. Bence onun hayatı da filme yakışır. Ama tabii yine tabular, tedirginlikler, kamuoyu baskısı şu bu devreye girer. Belki bir gün, diyelim.

9 Mayıs 2015 Cumartesi

Kuşe kağıtlarda boğulmak...

Ablam, bugünkü blog yazısında (http://leylakdali.blogspot.com.tr/2015/05/film-meydan-okumasi-20.html) magazin tutkunu iki kardeş olduğumuzu hatırlatmış.

Magazinin iki ayağı var: ilki, popüler kültür aleminden figürler (mankenler, futbolcular, şarkıcılar, oyuncular, televizyon şöhretleri v.b.), ikincisi de sosyetikler, yani burjuva sınıfı mensupları ile o sınıfın kapısını zorlayan ilk grup, yani popüler figürlerin bir bölümü.

İkinci grup, biraz karmaşık oldu farkındayım. Şöyle izah edeyim: evlilik, iş ortaklığı, sevgililik gibi yollarla sosyete dünyasına entegre olmaya çalışan mankenler, oyuncular, şarkıcılar felan. Belki Maide Erçelebi, Şebnem Dinçgör, Yasemin Ergene isimlerine aşinasınızdır. Demet Şener ve yabancı kontenjanından İvana Sert, Chole Loughnan yakın zamanlı örnekler. Son ikisi, biraz zorlarsak, "göçün kadınlaşması" bağlamında değerlendirilebilir

Ablam ve ben, kendimi bildim bileli iki grupla da yakından ilgileniyoruz. İlk grup çantada keklik. Çünkü adı üstünde popüler figür onlar. Takibi daha kolay. Televizyonlarda, dergilerde, gazetelerde, radyolarda, sinemada, tiyatroda, konser salonunda, spor salonunda şu bu, tekrar tekrar görünüp kendilerini hatırlatıyorlar.

Ya ikinci grup? Onlar insan, daha doğrusu bizim gibi fanilerin arasına karışmadıkları için ikinci grubun takibi daha zor. Ablamla bana ikinci grup hem zorluk derecesi yüksek :) hem de daha eğlenceli görüntüler veriyorlar diye daha cazip geldi hep.

Rüküş kıyafetleri, habire değişen partnerleri, gösteriş budalalıkları falan...

Eskiden bir sürü magazin dergisi vardı. Kuşe kağıda basılıydılar, biraz pahalı oluyorlardı ama olsun. Ablamla birbirimizin elinden kapar, satır satır okur, fotoğraflara yiyecekmiş gibi bakardık.

Asıl eğlencelisi, magazin sosyetesi ile ilgili olarak birbirimizi sınava tabi tutardık: Söyle bakalım, Monik Benardate'nin aynı zamanda akrabası olan sevgilisi kim? Ceyla Gölcüklü hangi yabancı işadamıyla evliydi? Peki, o işadamının ilk karısı kimdi? Cem Özer, Esim Maraşlıoğlu'nun kaçıncı kocasıydı? Rahmi Koç'un partisinde kim kiminle pişti oldu?

Şimdi o dergiler pek kalmadı. O dergilerin hası, TV'de 7 Gong'du. Televizyonun altın çağında çıkmaya başlamıştı. Yani Yetmişler'de, eğer yanılmıyorsam tabii.


 


Hem televizyon programları hakkında yazılara, röportajlar olur, hem de hafif dozlu bir magazine yer verirdi.

Sinema, podyum, stadyum üçgeninde yaşanan maceraları ise Haftasonu Dergisi'nden takip ederdik. Bunlar, iç gıcıklayıcı fotoğrafların eşlik ettiği gönül ve yatak maceraları idi.

Daha eski bir sayı bulamadım


Nurdan Gürbilek'in yerinde teşhisiyle "vitrinde yaşadığımız" döneme, yani Seksenler'e denk düşüyordu Haftasonu'nun krallığı.

Şimdi artık magazin, tüm bir medyayı ele geçirmiş durumda. Haber dili, kullanılan görsel malzeme, metinlerin kurgusu v.b. Belki de o sebeple tematik yayıncılıkta magazin dergileri kendilerine yer bulamıyorlar.

Onun yerine, gazete eklerinde ve televizyon kanallarında arz-ı endam ediyorlar magazin figürleri.

Ben hala magazinin sıkı takipçisiyim. Başta kendim olmak üzere kimseyi kandırmaya gerek yok. Keyif aldığım ve kafamı dinlememi sağladığı için takip ediyorum magazini. Münafıklık, gıybet yapmak için de vesile oluyor.

Ama bu arada şuna da yarıyor: Ahlak anlayışının nasıl dönüştüğünü veya hiç değişmediğini; tüketim kültürünün yeni rotasını; modayı; yaşam tarzlarını ve en çok da muhafazakarlığın yeni biçimlerini takip etmeye vesile oluyor. Bir nevi sosyolojik analiz için uygun bir mecra.

Gece hayatı, seks, flört, israf, şiddet üzerine kurulu imiş gibi gösterilen ünlülerin dünyasının, yine bu özelliği nedeniyle ayıplanması, lanetlenmesi en sık karşılaştığım yayın politikası.

Cinsiyetçilik, nefret söylemi, ötekileştirme, ayrımcılık... Aklınıza ne gelirse magazine mündemiç.

Magazin haberlerini, onun bu yanını göre göre, içinden bu özelliklerini ayıklayarak takip etmeye çalışmak yıpratıcı ama herhalde, hem insanın karanlık tarafına, hem de başka bir yerde, başka bir hayat yaşama fantazisine hitap ettiğinden magazine duyulan ilgi hiç eksilmiyor.


4 Mayıs 2015 Pazartesi

Ne olursa okurum abi!

Geçen haftasonu Panora'daki Kipa'da geçirmem gereken bir yarım saatim vardı. Bu yarım saat benim Kipa'ya maruz kalmam şeklinde geçti diyebilirim.

Evdeki bütün tabak-çanağın kırılmasını arzu ettirecek çeşitlilikte tabak-çanak; hiç kullanılmayacağı daha baştan belli çeşitli mutfak aparatları (sarımsak soyucu, patates ve elma dilimleyici, nar soyucu gibi); annemin artık yaşlandığını düşündüğü dönemlerde giydiği coğrafya öğretmeni ceket ve etekleri  ve de her iki reyon arasında karşınıza çıkıp size bir kürdanın ucunda sucuk, krem peynir sürülmüş ekmek uzatan muhtemelen öğrenci stand görevlileri arasında geçen maceram, kitap reyonu önünde son buldu.


 
Bari biraz kitap karıştırayım da vakit geçsin, diyerek yaklaştığım reyonda yabancı yazarların best seller romanları başta olmak üzere, komplo teorileri üzerine inşa edilmiş Türkiye tarihi anlatıları (yukarıda göreceğiniz gibi "Türkiye Yanıyor"muş), resmi tarihe destek atacak sözde araştırma inceleme kitapları (bkz. "Ermeni Suçlamaları ve Gerçekler"), kişisel gelişim kitapları falan üstüme hücum ettiler.

Ben de onlardan bana mikrop bulaşacakmışçasına bir titizlenme ve kibirle kitaplara hiç ellemeden, halkımızın okuma pratiği hakkında düşünmeye başladım. Eskiden şuna inanırdım: insanlar yeter ki okusunlar, ne okurlarsa okusunlar. Çok eskiden yani. Şimdi öyle düşünmediğimi farkettim bu reyona bakarken.

İletişim çalışmalarında "eşik bekçiliği" diye bir kavram vardır. Hangi olayın, kişinin, sözün haber değeri taşıdığına karar verir eşik bekçileri. Bu da medyanın yayın politikasına göre belirlenir. Haber değeri taşımayan, söz konusu medyanın dünya kurgusu içinde yerini alamaz. Görünmez, gösterilmez. Yayın politikasının konjonktüre göre değiştiğini söylememe gerek yok. Siz zaten yaşayarak görüyorsunuz.

Kültür-sanat alanında da aynı şey söz konusu. Tiyatroların repertuarları belirlenirken, festivallere kabul edilecek ve yarışacak filmlerin sahip olmaları gereken özellikler sıralanırken birileri eşik bekçiliği yapıyor ve bazı kültür-sanat ürünlerinin izleyiciye ulaşması engelleniyor mesela.

Büyük sermayenin uhdesindeki kitabevlerinin ürün skalası de eşik bekçiliği pratiğinden nasibini alıyor. Özellikle sol içerikli yayınlar yapan, politik olarak muhalif nitelikteki yayınevlerinin, yazarların kitapları bu kitabevlerinin raflarında göze çarpmıyor. Özellikle gidip sorarsanız, ya bir kopya depodan bulunup getiriliyor ya da hiç bulunmuyor. Yukarıda sözünü ettiğim Kipa, Migros gibi hiper marketlerin kitap reyonları için de aynı şeyi söyleyebiliriz.

Hal böyle olunca, kim ne okursa okusun, yeter ki okusun dileği pek de hayırlı bir dilek olmuyor. Okuru, hakim cinsiyet rollerine hapseden, muhafazakar ideolojiyi empoze eden, vesveseli, komplo teorileri üzerine kurulu, yalan yanlış bilgiler ortaya atan ve zincirleme olarak bunları yeniden üreten bir külliyat ile köşeye sıkıştırılmakla kıyaslanınca, bilgisayarda candy crush saga ve benzeri oyunlarla oyalanmak o kadar da korkunç görünmüyor.


 

18 Nisan 2015 Cumartesi

Kağıttan bebekler

Her kuşağın unutamadığı oyuncakları vardır. Benim kuşağımın (70 doğumlu olduğumu düşünün) unutamadığı oyuncaklarından biri kağıt bebekler olsa gerek diye düşünüyorum.

Kağıt bebekler, kartona çizilmiş bebek veya şimdiki Barbie'ler gibi genç kadın resimleri ile onların bedenlerine uygun, kuşe kağıtlara çizilmiş giysilerden oluşuyordu. Her birini özenle keser, çeşit çeşit kıyafetleri bebeklere giydirir, onları konuştururduk. Sadece seyretmek bile yeterdi. Kesip hazırlama aşamasının bile başlı başına bir keyif olduğunu söylemeye gerek yok.

Yetmişler ve Seksenlerde kağıt bebek sahibi olmaya ve oynamaya çok hevesliydim. Deli oluyordum, diyelim! Ama aile bütçesi buna pek elvermiyordu. Oldukça pahalı ve zor bulunur şeylerdi bunlar. Genelde büyük kırtasiyecilerde, bazı oyuncakçılarda satılırlardı.

Şebnem Türkiye'de bunların en bilineniydi.

Şebnem kağıt bebekleri serisi

Ne kadar deli oluyordum ki bu kağıt bebeklere, bütçe yetersizliklerine rağmen, yıllar içinde yukardaki serinin nerdeyse tümünü almışım. Şimdi bile bakarken içim mutluluk ve heyecanla doluyor.

Bunu da obilirobilmez blogundan aldım. Gıyabında teşekkür ederim.
Şebnem'lerin içinden işte bunlar çıkıyordu.

Az sayıda erkek, çok sayıda kadın. Yöresel kıyafetler, farklı ülkelerin yerel kıyafetleri, balo kostümleri, gece elbiseleri, spor kıyafetler, yağmurluklar, aksesuar olarak şemsiyeler, ayakkabılar, çantalar... Herhalde milli kültüre katkıda bulunsun, dünya milletlerini tanıtsın falan gibi bir 23 Nisan zihniyetinin de ürünüydü bu bebekler.

Ablam evlendikten sonra bir süre Denizli'de yaşamıştı. Orda sanırım bir kaçakçı pazarı vardı. Belki de yanılıyorumdur. Ama başka birçok şehirde bulunmayan ürünlerin bulunduğu bir pazardı. Öyle hatırlıyorum. Ordan bana şahane şeyler getirirdi. Bir seferinde zarfa koyup, ithal bir kağıt bebek göndermişti. Toraman bir oğlan bebek. Ama asıl ilginç tarafı, bu bebeğin tüyden saçı vardı ve mis gibi kokuyordu. Kokusu hala burnumda. İnce ince tasarlanmış, işlenmiş kıyafetleri de cabası... Sevincime payan yoktu o gün.

Bir seferinde de artık, biraz büyümüş ve oyuncak dünyasından kopmaya yaklaşmışken, sıkıcı ve sarı sıcak bir Antalya gününde, ablamın kitaplığındaki (ki biliyorsunuz bu kitaplığı bu blogda meşhur ettim :) eski kitapları karıştırırken, onun tasarımı olan bir tomar kağıt bebek döküldü kitaplardan birinden. Kalın bir kağıda çok güzel iki genç kadın çizmiş ve onlara renkli dergi sayfalarından hazır kağıt bebeklerinkilerin sönük kalacağı kıyafetler tasarlamıştı. Ne gizli kalmış yetenektir ablam! O yaşımda onlarla günlerce oynadım. Kamaşma denebilecek bir mutluluk duydum.

Ablam geçen gün, sürpriz bir paket yolladı bana. İçinden ne çıksa beğenirsiniz? İşte şunlar:


Bunların adları sırasıyla Jale, Gül, Oya idi. Oğlanınki hatırımda kalmamış. Pek ısınamamışım demek ki oğlana. Bu versiyonda ecnebileşmiş adlar.

Kıyafetler ise şöyle:


Şimdi nostaljinin moda olması sebebiyle tekrar meydana çıkmış olabilir bu oyuncaklar. Sosyal tarihin, kültür tarihinin bir parçası olarak ne kadar önemi var merak ediyorum bir yandan. Sizin çocukluk maceranızda yeri var mı bunların?

11 Nisan 2015 Cumartesi

Mektup arkadaşım Ferhunde Özbay

Memduh Şevket Esendal'ın çok tatlı bir dili, üslubu vardır. O üslubu konuşturduğu "Kızıma Mektuplar" adlı kitabını bir duygudan diğerine atlayarak, yüzlerce sayfası kafamın içinde su gibi akarak okumuştum. Ankara'da zoraki bürokrat iken (sanırım CHF Genel Sekreterliği yapıyordu, ki çok da mühim değil oturduğu post), İstanbul'da bıraktığı ailesine, özellikle de çocuk yaştaki kızına duyduğu özlemi, ona düzenli olarak yazdığı mektuplarda anlatıyordu. Ama bu mektuplar sadece baba-kız arasındaki özlemi taşımıyordu. Memleketin hal-i pür melali, Ankara şehrinin sıkıcılığı, Esendal'ın geçmişte görevli olarak yaşadığı çeşitli memleketlerden anılar da vardı sayfalarda. Hatta yazar münafıklık yapıp, zaman zaman iki abisini çekiştiriyordu bizim küçük kıza. Dertleşiyordu onunla yaşıtıymış gibi. Sitem ediyordu mektuplarına cevap vermiyor diye. Mektuplarından taşan neş'eyi, hüznü, küskünlükleri ciddiye alıyor, bazı bazı suyuna gidiyor, bazı bazı çekişiyordu kızıyla. Ona mektup yazarken aslında kendini arıyor, buluyor, kaybediyor ve hayat felsefesi yapıyordu. Zamanında Virgül diye bir kitap dergisi çıkıyordu. Ona yazmıştım bu kitap hakkında, "Mektuplarda Büyümek" başlığıyla.

Niye uzattım bu muhavere hakkındaki hissiyatımı biliyor musunuz? Esendal der ki bir mektubunda kızına (mealen yazıyorum): "Bende hocalık hakkı yoktur. Kendi kendimi yetiştirdim. İyi ki de yok. Başkalarının fikirlerinin peşinden gitmektense kendime has bir yol çizdim". 

Bu söz üzerine pek sık düşündüm geçmişte. Evet, dedim sonunda, bende de yok hocalık hakkı. Ya ilham verecek adam gibi bir hocayla karşılaşmadım ya da ben karşılaştıklarımın kıymetini bilemedim. 

Ta ki, Ferhunde Hocam'la karşılaşana kadar. Onunla önce bir makalesinde karşılaştık. "Evlatlık Kurumu: Köle mi, Evlat mı?"
(Burada, academia.edu'da bir linki var. Umarım açılıyordur. https://www.academia.edu/1156044/T%C3%9CRK%C4%B0YEDE_EVLATLIK_KURUMU_K%C3%96LE_M%C4%B0_EVLAT_MI)

Evet, satırların arasında karşılaşmak diye bir şey var. Baktığını gören, işlenmemiş cevheri bulan ve onu incelikle işleyen bir kafa, hayal gücü ve yazma yeteneği. 

O zaman çok gençtim, naiftim. Doktora tezim kitap olunca, hemen ona göndermek istedim. Bir sepetin içine yerleşmiş anne ve çocuklardan oluşan kurbağa ailesini hediye olarak kitaba ekleyip ona gönderdim. Gönderdiğimi de mail adresine yazarak bildirdim. Kitap ve kurbağa ailesi hocama ulaştıktan sonra ondan şöyle bir cevap geldi:
"Kitap geldi. Kurbağa anne ile yavruları güvende. Üniversitedeki odamda Boğaz manzaralı bir pencerenin önündeler, keyifleri yerinde. Merak etme".

Herhalde şu pencerelerden biridir bahsi geçen. Bunu hocanın facebook hesabından aldım.

Hemen sonraki yıllarda emekli oldu Ferhunde Hocam Boğaziçi Üniversitesi'nden. Ama boş durmadı tabii. Fakültedeki derslere devam etti. Öbür kitabımı da yolladım ona. Bu sefer bir süre sesi soluğu çıkmadı. Onun görmediği bir kitabın değeri azalacakmış gibi, dayanamayıp bir mail daha yazdım. Yazdıktan sonra mahcup olmuştum ama bugün bana yazdığı cevabı arayıp bulunca, iyi ki de onu bir çift laf etmeye zorlamışım diyorum:


"Sevgili Fundam,

Dersler bittikten sonra okula uğramaz olmuştum. Sınav için gittiğimde nihayet kitabıma kavuştum. Hele yazdıklarını okuyunca gözlerim yaşardı nerdeyse! Sınav sırasında bir kaç yazıya baktım. Harika gözüküyor.

Kendi Ankara’mı senin sayende tanıyorum.

Geri dönüşlerle “ben bunları biliyor muydum” diye sorduğumda, cevabım hayır oluyor. Biz Namık Kemal Mahallesinde (ya da Saracoğlu) adeta bir fanus içinde büyümüşüz. Benim Ankaram temiz, modern, Kemalist bir Yenişehir’den ibaretmiş. Annemle Ulus’ta hale giderdik sadece. En çok sevdiğim yerlerden biriydi. Ya da ablamın pesine takılıp Gül bahçesine doğru yürüşe çıkardık. Ama çoğunlukla sokakta ya da İç İşleri Bakanlığının avlusunda paten kayarak, dans ederek, oyun oynayarak geçerdi hayatımız. Liseye giderken de en önemli işimiz Kızılay’da volta atmaktı. Tabii öğrenci hareketlerine de bilinçli bilinçsiz katıldım ama 1960 ihtilaline kadar sanki bir rüyada gibiydim diye düşünüyorum. Kore savaşı sonrası hepimize 45lik plaklar dağıtılmıştı. “Amerika Amerika” diye başlayan ve Türk Amerikan dostluğunun sürekliliğini anlatan bir şarkıydı. Okullarda Amerikan öğrencilerinin gönderdiği söylenen kalem kutusundan biraz büyücekçesi verildi. İçinde çok hoşumuza giden kalemler, silgiler vs. vardı.. Ya okulumuz! Namık kemal ilk ve Orta Okulu o zamanların deyimiyle numune okul olarak açılmıştı. İnanılmaz güzel bir okuldu aklımda kalan. Ders bitince kütüphaneye gider dergi, kitap okurdum. Kütüphanenin kapatıldığını duyduğumda ne kadar üzüldüm. Müzik hocamız klasik müzik konserlerine gitmemizi önerdiği için her Cumartesi Dil-tarih’teki konserlere giderdik orta okuldayken. Bütün bunlar, ideolojik yapımızı belirliyor ve tarihsizliğimizi unutturuyordu anlaşılan. Neyse çok uzattım. Bürokrat ve asker ailelerinin lojman kültürünü anlatan birileri çıksa keşke!


Tekrar tekrar teşekkür ediyorum. Başarılarının devamını diliyorum.


Sevgiler,


Ferhunde"


Ferhunde Hoca, kendi Ankarasını anlatmış. Çocuk olmuş, genç olmuş. Çok hoşuma gitmişti bu kısa anlatısı.

Benim ona ısrarla yazıp durduğum maillerden bir diğerine verdiği cevapta bu sefer, "Artık buluşma zamanımız gelmedi mi?" diye soruyordu. Neyse ki buluşabildik günün birinde. O bir sempozyum için Ankara'ya gelmişti. Öğle yemeğinde, başka birisini aramak için gittiğim yemekhanede, sempozyuma katılan hocalardan birine "Ferhunde Özbay da burda mı?" diye sordum. Mail arkadaşlığı maceramızı anlattım. Hemen kolumdan tutup Ferhunde hocanın yanına götürdü beni. Birbirimize bir an baktık. Sonra Ferhunde Hoca: "Yahu aynen mektuplarında yazdığın gibisin" dedi. Bunu beni şöyle bir süzerek söylemesi öyle samimiydi ki, ne demek istediğini anladım. Hemen aklıma Esendal ve kızına yazdığı mektuplar geldi. Sonra birbirimize sarıldık. Etraftaki insanlara "İşte benim mektup arkadaşım" diye tanıttı beni. O zamana kadar yazdığımız şeylerin mektup olduğunu düşünmemiştim. Ama öyleymiş. Baksanıza yukarıda yazdığı şeylere.


Hocam, birkaç gün önce bir by pass ameliyatına yenik düşerek aramızdan ayrıldı. Çok erken ve çok derin bir boşluk bırakarak. Ne zaman bir fotoğrafını görsem gözlerim doluyor artık. Hayatiyetiyle dokunduğu her şeyi canlandıran bir insandan hiç beklenmezdi bu yaptığı. Hiç olmadı. Ona hocası Mübeccel Kıray'ın vefatı sebebiyle baş sağlığı dilediğimde şöyle demişti:


"Beco hayatımda gerçekten önemliydi. Ama galiba onu tanıyan herkes için bu böyle. Camide hepimizi bir arada görse ne yapardı diye düşündüm. Ankara'dan gelenlere özel ilgi gösterirdi belki. "Çocuklar taa Ankara'dan gelmişler" diye bize bir açıklama yaparak tabii."


Ferhunde Özbay benim ve eminim yüzlerce insanın hayatında gerçekten çok önemliydi. Camide onları birarada gördüğünde ne düşünmüştür acaba? :(


Son söyleşilerinden birinde, Nusret Fişek'i anmış ve şöyle demiş:


“Bilimde yaşa ve titre göre hiyerarşi olmaması gerektiğini, özgür bir düşünme ve tartışma ortamının ne kadar geliştirici olduğunu öğrendim. Gençlere öz güven vermenin başka bir yolunun olmadığını öğrendim. Şimdi bu öğrendiklerimi öğrencilerime aktarmaya çalışıyorum ve yaşım ilerledikçe genç kuşaklarla tartışmanın bana da ne kadar yararlı olduğunu görüyorum.”


İşte Ferhunde Özbay'ı üniversite camiasındaki benzerlerinden ayıran temel özellik. Ben de ondan öğrendim bunları. Bendeki hocalık hakkını helal etsin.





Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...