27 Ağustos 2014 Çarşamba

"Kahpe Bizans" ile "İyi kalpli üvey ana"

Kadıköy Barlar Sokağı


"İstanbul sokaktır, Ankara ev" teranesi yinelenir durur. E, büyük ölçüde doğrudur da...
Geçen hafta kısa süreliğine İstanbul'a gittik ablamla. Neşeli arkadaş buluşması için organize edilen mekan, Kadıköy'de, çarşı içindeki barlar sokağı idi. Beyoğlu'ndaki sokağa taşan barların, meyhanelerin içeri çekilmesinden bu yana Kadıköy her iki yakadan akşamcıların gözdesi olmuş. O sebeple, hafta içi bile tıklım tıklımdı.

Nevizade

Barlar sokağında geçirdiğimiz vakit boyunca, Ankara Sakarya Caddesi'ni düşünmeden edemedim. Yukarıda gördüğünüz Kadıköy barlar sokağı ile Sakarya'yı bilenler karşılaştırabilir. Pek de farkı yok ikisinin birbirinden.
Ama bizde manzara, efendim moda tabirle "ambiyans" olmadığı için bu içiçeliğin, bu agorafobik masa-sandalye sürtüşmesinin Ankara'ya özgü olduğunu düşünmüştüm. Değilmiş. Hatta bizdeki kalabalık bile değilmiş. Kadıköy barları aralarından bir ya da iki yaya geçebilecek kadar birbirine yakın oturan insanların, her konuşulanı duydukları, zar zor devr-i daim yapan havada soluklanmaya çalışarak demlendikleri, bazen kesiştikleri yerler. Üstelik herkes çok neşeli, iştahlı ve coşkulu idi.
Anladım ki, bir mekanı "trendy" yapan, içinde yer aldığı semtin çeşitli sebeplerle yükselişi. (Bu örnekte Beyoğlu'nun düşüşü Kadıköy'ün yükselişine sebep olmuş) İstanbul Karaköy örneğini vereceğim size bir de. Nitekim, otomobil garajı manzaralı bir mekanda, tazyikli su sesi eşliğinde kahvaltı ettiğimiz, şık mekan Karaköy'ün gözdelerinden biri, gurme yemek yazarlarının favorisi Naifİstanbul idi.
Kendi kendime düşündüğüm şeyleri masadakilerle de paylaştım. Ama onlar iki şehri birden tecrübe etmedikleri için sanırım söylediklerime anlam veremediler.
Ankara ferah ve geniş mekanların şehri olduğundan - bunu nüfusun görece azlığına ve ev düzeni konusundaki yerleşik kültüre bağlıyorum - biz burada oturacağımız evi seçebiliyorsak eğer, güneş görmesine, geniş olmasına, her odasında pencere bulunmasına falan bakarız. Eğlenmek için daracık sokak aralarını değil, koskocaman koltuklarda yayılarak oturacağımız yüksek tavanlı mekanları tercih ederiz. İstanbul'da ise işyerine veya ulaşım odaklarına yakın bir ev başkaca özelliği pek sorgulanmadan yerleşiliveren bir istasyon vazifesi görüyor gibi.
İstanbul hayatta kalmak için sürekli taktik üretilen, bu taktikler duruma göre değişen, sakinleriyle mücadele eden bir şehir. Ankara'ya gelince... Cemal Süreya'nın dediği gibi, "iyi kalpli bir üvey ana".

19 Ağustos 2014 Salı

Mahremiyetin Yükü

Rafi Abi (Rafael Demirci) ile görüşme. Rafi Abi, bir zamanlar Ankara'da Ermeni olmanın hallerini, yer yer hüzünlenerek, yer yer öfkelenerek ve heyecanlanarak anlatıyor 2012


Lisansüstü eğitime başladım başlayalı, yani yaklaşık 22 yıldır hep saha çalışması yapıyorum. Saha çalışması dedim de aklıma geldi: "Sosyal bilimlerde saha çalışması nasıl oluyor? Sizin sahanız neresi?", sorusuyla da sık karşılaştığımı ekleyivereyim. Sanırım insanlara bu soruyu sorduran, sahanın fen bilimlerine ait bir terim olarak görülmesi. Saha dediğin arazidir, bu bakışa göre. Belki bir çeviri sorunudur bu. Neyse, üzerinde çok durmayalım.

Bizim sahamız genellikle yaptığımız görüşmelerin, gözlemin, katılımlı gözlemin, odak grup görüşmelerinin gerçekleştiği evler, sokaklar, işyerleri, okular, hastaneler, sahiller, meydanlar, ilanihaye... Ve hatta bu görüşmelerin kendileri. Başka türlüsü de oluyor saha çalışmasının sosyal bilimlerde. Ama benim yaptıklarım görüşmeler etrafında şekillenenler.

Neredeyse her yazdığım yazıyı, doktora tezimi ve öğrencilerden istediğim ödevleri de bir saha çalışmasına dayandırmış olduğum için son bir iki yıldır sürmenaj olduğumu hissediyorum. Şöyle izah edeyim: feminist metodoloji, araştırma konun ile özdeşleşme kurmayı, eğer görüşme yapıyorsan görüştüğün kişi ile diyalog geliştirmeni, dertleşmeni öngörür. Açıklamaktan ziyade, anlamaktır önemli olan. Görüştüğün kişilerden bir şeyler öğrenebilir, görüşmeler sırasında kendi hayatına, kişiliğine ilişkin farkındalıklar da yaşarsın. Böylece "bilim" denilen şeyin üstten bakan tavrı biraz da olsa törpülenmiş olur. Görüşen ile görüşülen bir ölçüde de olsa eşit seviyeye gelir.

Bunların üstüne benim muhabbetçi kişiliğim de eklenince, hemen hemen her görüşmem karşılıklı bir iç dökmeye dönüşüyor. Ağlaşma, gülüşme, hüzünlenme, neşelenme, öfkelenme dahil bu sürece. Hiç onaylamadığın, ayrımcı, şedit, nefret söylemiyle örülü ve baskıcı bulduğun birçok hikayeyle, anlatımla karşılaşıyorsun bir taraftan da. Hislerini dile getirmek de her zaman, her ortamda uygun düşmüyor.

Saha çalışmasında insanın karşısına türlü dram, umarsızlık, korku, yalnızlık v.b. çıkıyor. Bunlar değmeden geçer mi? Değmek ne kelime? Batıyor. Annelik, evlatlık, eşlik, öğrencilik, hemşehrilik rolleri hakkında konuşurken, kendininkileri de ortaya döküyor ve dışsallaştırıyorsun. Dışardan bakınca, içerde durduğu gibi durmuyor haliyle. Unutulmayacak hikayeler, seninkiyle birleşiyor, büyüyor, ağırlaşıyor.

Ama sırf kederden ibaret değil tabii saha çalışması. İyileştiriyor da aynı zamanda. Başka hayatlara temas etmek, anlatmak için hazır beklediğinin kendisi bile farkında olmayan kişilere akacak mecra sunmak çok zenginleştirici.

Her iki durumda da mahremiyetin yükü sırtına bindikçe biniyor. Önce birkaç kişiyle başlıyor, giderek onlara, yüzlere ulaşıyorsun. Her bir hikaye hem senin nehrinin kollarından biri oluyor, hem de kendi başına çağlayarak akıyor.

İşte sürmenaj olmaklığım burdan kaynaklanıyor. Artık hikayeler dinlemekten kaçıyorum. Her soruda kendi hikayeme uğramaktan yoruluyorum. Başkalarının hayatının gizlerini, acılarını ve hatta sevinçlerini sığdıracak yer kalmamış içimde, onu görüyorum.


17 Ağustos 2014 Pazar

Batan Geminin Malları ve Geçmişle Yüzleşmek



Ayşe Hür'ün "Kasapyan Bağ Evi'nden Çankaya Köşkü'ne" başlıklı yazısını (http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ayse_hur/kasapyan_bag_evinden_cankaya_koskune-1207224) okuyunca, Anadolu topraklarında doğup büyümüş Ermenilerin ve diğer gayrimüslimlerin bu topraklardan kovulmalarının ardından onlardan kalan mal-mülkün nasıl da "doğal" bir biçimde Türk'lerin eline geçtiği üzerine tekrar düşündüm.

Bu yaz Ayvalık'ta kısa bir tatil yaptık. Zamanımın çoğunu, sokaklarda dolaşıp bir tür açık hava müzesi olan şehri seyretmekle geçirdim. Bir zamanlar şehir nüfusunun çoğunluğunu oluşturmuş Rumlardan kalan güzel evlerin çoğu viraneye dönmüştü. Ama kayda değer bir kısmı da "eski Rum evi" sahibi olma modasına uyup şehre gelen mücavir alan yahut daha uzak şehir zenginleri tarafından restore ettirilmişti. Kimi yazlık, kimi butik otel, kimi de kafeye/lokantaya dönüştürülmüştü. Adım başında "Satılık Rum evi" talebasıyla karşılaşmak bana çok hüzün verdi. "Batan geminin malları bunlar!" yazıyordu adeta bu tabelalarda. Şehri ihya eden, ona ruhunu veren gayrimüslim nüfusun izlerini silmek için yapılan şeyler insanı çok hüzünlendiriyor ve öfkelendiriyordu. Tüm ihtişamlı kiliseler camiye çevrilmişti. Milli duyguları kabartmaya yönelik ritüeller, mesela her hafta mesai bitiminde ve başlangıcında çarşı içinden de duyulacak biçimde İstiklal Marşı okunması, adım başı Atatürk posteri, bayrak, milli tarihe gönderme yapan sokak adları... Hamaset...

İlk iki gün kaldığımız deniz kenarındaki bir pansiyon da eski bir Rum eviydi. Ama sıradan bir Rum'un evi değildi. Ayvalıklı bu Rum'un evini, işgal yıllarında Yunan komutanı bir süre karargah olarak kullanmıştı. İşte bu "karanlık" geçmiş, ailesi mübadeleyle Girit'ten Ayvalık'a gelmiş ve muhtemelen devlet eliyle bu eve yerleştirilmiş şimdiki sahibinin peşini hiç bırakmamıştı. Herkes evi bu özelliğiyle biliyordu. Bir yandan pansiyon olarak işletilen eve rağbeti arttıran bu durum, diğer yandan da sahibinin "milli duyguları"nı zedeliyordu anlaşılan. Bana anlattığına göre, birkaç yıl önce Yunan gazeteciler gelip onu bulmuşlar. Evi gezmiş, tarihi hakkında sahibiyle konuşmuş ve bir de karargah olarak kullanıldığı günleri yad eden plaket çakmak istemişlerdi. Tabii evsahibi bundan rahatsız olmuş. Geri de çeviremediği için, "Verin, ben uygun bir yer bulur asarım" demişti. Gazeteciler de çaresiz, "Peki" deyip gitmişlerdi.

"Şimdi nerde o plaket?" diye sordum pansiyon sahibine. Gözlerini kaçırarak, "Bilmem, bir yerlerdeydi, kayboldu galiba" dedi.

Geçmişle hesaplaşmak, yüzleşmek konforu bozan ve hatta kendini, dünyayı yeni baştan inşa etmeyi gerektiren bir eylem. Böyle söyleyince geçmişle hesaplaşmaktan kaçılması gerekiyormuş izlenimi uyanıyor tabii. Çoğunluk da buna inanıyor. Hiçbir şey olmamış gibi davranıyor. Oysa, geçmişle hesaplaşmak neden sağaltıcı olmasın? Özür dilemek, empati yapmak, özen göstermek... Dünyayı dönüştürebilecek nitelikte yaklaşımlar bunlar.

Çankaya Köşkü'nün asıl sahibi kimdi? Peki ama nereye gitti? Ya Ayvalık'taki Rum evlerinin sahipleri? Kayseri'deki, Ankara'daki, Sivas'taki Ermeniler, Karadeniz'deki Rumlar, İzmir'deki, İstanbul'daki Yahudiler? Onların malları, mülkleri şimdi kimin adına kayıtlı? 

Kim var idi biz burada yoğ iken?

15 Ağustos 2014 Cuma

Çakıl taşları suyla birleşince



Çakıl taşlarını çok severim. Ne zaman deniz kıyısına gitsem, gözüme kestirdiklerimi toplar yanımda getiririm. Gel gelelim, sahilde, suyun içinde parlak ve neşeli olan taşlar eve gelince mahzunlaşır, sararır solarlar.


 Çakıl taşlarını güzelleştiren sudur. Başka bir deyişle, "Güzelliğin on pare etmez, bu bendeki aşk olmasa".

İşte bazı insanlar, bazı kitaplar, bazı mekanlar, bazı müzikler, bazı kokular, bazı şarkılar bünyemde çakıl taşının suyla birleşmesinin yarattığı etkiyi yaratıyorlar. E bazen de sular çekiliyor tabii...

13 Ağustos 2014 Çarşamba

Kitap kulelerinin esrarı




Doktora derslerinden birinde, öğrencilerle sohbet ediyorduk. Elli yaşın üstünde, emekli mühendis olan bir kadın öğrencim dedi ki, "Bu yaştan sonra kitap okurken çok seçici davranıyorum. Yarıda bırakma hakkımı da kullanıyorum. Önümde okumak için ne kadar zaman var kestiremiyorum ki!"

O gün çok üstünde durmamıştım ama sonra eve gelip, çalışma odamın çeşitli lokasyonlarında inşa edilmiş kitap kulelerini görünce bu mesele hakkında biraz düşündüm.

Ben okumaya, ablamın sayesinde ilkokulun ilk yılından itibaren başladım. İçine kapanık, çirkince ve melankolik bir çocuk ve ergen olarak elime geçen her şeyi okuyordum. Başkaca bir oyalanma yolu bulamıyordum. Yoktu. Sosyalleşemeyecek kadar çekingen, aşık olup flört edemeyecek kadar çirkin buluyordum kendimi. Belki de öyle değildim. Ama insanın kendine ettiğini, kimse etmiyor, biliyorsunuz.
Çaresizlikten de okumuyordum. Öyle olsa birtakım komplekslerimi aşınca okumayı bırakırdım. Her neyse.

Ben okumaya başladığımda yayınevi sayısı çok kısıtlı, babamın geliri de memur maaşından ibaretti.
Ablamın kitaplığında ne varsa veya babam eve ne getirirse onu okurdum. Bazen arkadaşlardan ödünç alırdım. Reşat Nuri Güntekin'i, Orhan Kemal'i, Mehmet Seyda'yı, Behrengi'yi, Kemalettin Tuğcu'yu ve Gülten Dayıoğlu'nu unutmak mümkün mü?
Üniversiteye başlayınca ders kitapları satın alma zorunluluğu da ortaya çıktı. Bir kitapçıya taksitli hesap açtırmak kaçınılmaz olmuştu. Öyle "kaçınılmaz" falan dediğime bakmayın. Hayallerim gerçek olacaktı. Babam da meşru sebebimi görüp hesap açtırmama onay vermişti.

Ankara'da, Seksenler'de taksitli kitap almak için nereye gidilir? Dost'a tabii ki. Dost bir hayal dünyasıydı. Kitaplar, kasetler, kırtasiye malzemeleri, tablolar... Kitapları sardıkları "Dost" amblemli kağıt ambalajı bir yerlerden edinip çalışma masamın üzerine sermiştim. Ona bakıp bakıp iç geçirirdim.

Derken, sınıf arkadaşlarımdan ikisini kefil gösterip hesabı açtırdım. Bir iki gün geçmesi gerekiyordu ilk alışveriş için. Eskiden öyleydi, hatırlayan hatırlar. Kredi kartını cüzdandan çıkarmak gibi kolay değildi bir yerde hesap sahibi olmak. Neyse, sabırsızlık içinde iki günü devirip ilk alışveriş için koşturdum Dost'a. Hayatımın en tatlı günlerinden biri olarak hatırlıyorum o günü. Tam yedi tane kitap satın almak zorunluluğu vardı ilk alışverişte. Ne tuhaf bir zorunluluk! Ama tahmin edeceğiniz gibi bir an bile düşünmedim o gün bunu. Esrik bir halde ve uzun uzun düşünerek seçtim yedi kitabı. Sadece ikisini hatırlıyorum. Albert Camus, Tersi ve Yüzü ile J.P. Sartre, Bulantı. Zamanın ruhunu yansıtan kitaplar işte.

O kadar az yayınevi vardı ki o dönem. Varolan yayınevleri de o kadar az kitap yayınlarlardı ki. Nerdeyse hoşunuza giden her şeyi satın alabilir ve okuyabilirdiniz. Aklınız kalmazdı hiçbirinde.

Son on yıldır, çeviri ve telif kitap sayısındaki patlama dikkate değer. Çöp niteliğindekileri (kişiye göre değişiyor tabii neyin çöp olduğu) bir yana bırakırsak, insanın kaçırdım, yetişemedim, okuyamadım, aklım kaldı dediği kitaplar sayıca o kadar arttı ki.
Kitap dergilerini karıştırıp, kitapçılarda dolanıp, arkadaşlara danışıp satın aldığım kitapları okumaya "bir ömür yetmez ki".
Belki de kitap kuleleri bu yüzden yükseliyor. Bizi hayata bağlıyor, daha zamanımız ve hayattan alacaklarımız olduğunu düşündürüyor.

8 Ağustos 2014 Cuma

Suriyeliler ile imtihanımız

Göç en çok kadınları ve çocukları mağdur ediyor. Dilini konuşamadıkları, iklimine alışkın olmadıkları, yol-iz bilmedikleri, dini-ırkı, duruşu-bakışı farklı olan insanların arasına düştülerse hele...

Erkekler sokağa çıkabilir, iyi kötü iş bulabilirken, kadınlar ve çocuklar eşsiz-dostsuz, okulsuz ve hatta düşmanca muameleye maruz kaldıkları, derme çatma evlerin, bazen çadırların içinde hapisler. Endişeli, giderek umarsız ve bitkin.

Türkiye'ye kaçan "Suriyeli mülteciler", "Suriyeli dilenciler" olarak nitelendirilerek hayatımıza girdiklerinden beri hep aklımdalar. Oysa hep gözümüzün önünde olan aklımızdan kaçar. Benim aklımdan kaçmıyorsa, onlara yönelik kitlesel nefretin tezahürlerini hemen her ortamda göğüslemek zorunda kaldığım içindir.

Suriye'den kaçmak zorunda kalan insanların yoksul olanları Türkiye şehirlerinde dilenerek hayatta kalmaya çalışıyorlar. Nerelerde ve ne koşullarda barındıklarını, arkadaşım Sibel Durak'ın şu yazısından bir ölçüde öğrenebilirsiniz:
http://bianet.org/biamag/diger/157137-sokakta-kalmaktan-multeci-olmaya

Geceleri parklarda, sokaklarda, otogarlarda geçiren mülteciler, gündüzleri şehrin hemen hemen her yerindeler. Dil bilmedikleri için önlerinden gelip geçenlerden gözleriyle diliyor, dalgın ve çok mutsuz görünüyorlar. Hatta çoğu artık dilemiyor bile. Duvar diplerinde oturmakla ve uzaklara bakmakla yetiniyorlar. Hayatta kalmalarını sağlayacak kadar yiyip içiyorlardır muhtemelen. Ama onun dışında hiçbir şeye sahip değiller. Hiçbir beklentileri yok. İçinde bulundukları kötü koşullar, beslenme bozuklukları, iklimin zorlayıcılığı, barınma sorunları bedensel sağlıklarının bozulmasına sebep oluyor. Bulaşıcı hastalıklar, zafiyet, diş hastalıklarına maruz kalıyorlar. Özellikle de çocuklar. Ama bunun ötesinde, kendilerine yönelik nefret ve hatta şiddet ruh sağlıklarını da ortadan kaldırıyor belli ki. Hırsız oldukları, kendilerini olduğundan yoksul gösterdikleri ve en çok da AKP desteğiyle geldikleri için nefret söylemine maruz kalıyorlar. Kaldıkları evler yakılıyor, dövülüyorlar.

Katıldığım bir toplantıda Suriyeli mültecilere yardım ve sağlık taraması önerdiğim için bir öfke patlamasının hedefi oldum geçenlerde. Önce kendi milletimizi düşünmemiz gerektiğinden tutun da, bunların hepsinin hırsız ve dilenci olduğuna kadar çok sayıda gerekçe gösterildi yardım edilmemesi için. Toplantıya katılanlardan biri, aynı parkta oynadıkları için oğlunun Suriyeli çocuklardan bulaşıcı hastalık kaptığını bile söyledi. Ama asıl tepki, AKP tarafından getirilmiş olmalarınaydı. AKP iktidarını güçlendirecek yedek kuvvetlerdi Suriyeli mülteciler onlar için.

Reel politikaya ilişkin bu tür eleştiriler tabii ki yapılacak. Ama özellikle kadın ve çocukların, üstelik tetikleyicisi ve aktörü olmadıkları bir savaşın ortasında kaderlerine terk edilmelerini benim anlamam mümkün değil. Kadınlar anadır, barışçıdır ve benzeri argümanların indirgemeci olduğuna hep inanmışımdır. Bunu bir kez daha tecrübe etmiş oldum. Yanı başımızda aç bir kadın bebeğini emzirmeye çalışırken, bir çocuk kalıcı hasarlara sebep olacak bulaşıcı hastalıklarla mücadele ederken, onların nerden ve niçin geldiklerini, kimin tarafından getirildiklerini sorgulayan bir din, bir vicdan, bir ideoloji, bir kültür veya her neyse benim inanacağım ve değer vereceğim bir dünya bilgisi olamaz.

6 Ağustos 2014 Çarşamba

Sefertası




Sefertası (Lunchbox) bir Hint filmi. Bana göre filmin, kelimenin her iki anlamında da kahramanı İla. Yukarıdaki fotoğrafta görüyorsunuz, kocasının ilgisizliğinden muzdarip birçok evli kadın gibi. Bu ilgisizliğin işareti de, öğlen için özene bezene hazırlayıp, kocasının işyerine yolladığı sefertaslarının yarı dolu gelmesi. Tabii tek gösterge bu değil. Ama İla için çok önemli. Çünkü sefertaslarına koyacağı yemekleri üst katında oturan ve yatalak kocasına yıllardır bakan "Teyze" ile tam karşıda gördüğünüz pencereden istişarede bulunarak hazırlıyor. Sadece istişarede bulunmuyor. Teyze ona, yemeklere tad katması için kimi baharatlar, sebzeler sarkıtıyor sepetle. Olayların ilginçleşmeye başladığı nokta, İla'nın hazırladığı sefertaslarının yanlışlıkla başka bir adama gitmesi. Gerisini izleyince görürsünüz.
Burada bence iki nokta önemli. Birincisi malumunuz, bizim kültürümüzde de olduğu gibi, kadınların pencereden pencereye veya balkondan balkona yahut bir kapı eşiğinden diğerine seslenerek sohbet etmeleri, istişarede bulunmaları, dalaşmaları, gülüşmeleri... Kadınlar için hem sağaltıcı, hem de denetim altında olduklarını düşündürdüğünden daraltıcı bir durum bu. Ama Yenimahalle'deki yan ve can komşularından ayrıldığı için günlerce ağlayan annemi düşününce, sağaltıcı tarafı, özellikle belli bir yaşın üzerindeki evli kadınlar için daha baskın sanki.
Teyze, İla'nın istediği üzerine teybe bir kaset koyarak ona dinletiyor mesela. İla'nın kıkırdadığını işitiyor ve sebebini soruyor. İla, kadınlık halleriyle ilgili deneyimlerini, sırlarını teyzeyle paylaşıyor, akıl istiyor ondan. Ev ahalisi duymasın diye musluğu açarak yapıyor bunu kimi zaman.
Teyze de başlıbaşına bir karakter ve İla'nın kanser hastası babasına bakan annesi ile benzer kaderi paylaşıyorlar. Bakım zorunluluğu ortaya çıktığında kadınların nelerle karşılaştıkları, iç hesaplaşmaları, dışsal faktörler v.s. hakkında düşünmek için birebir.
İkinci dikkate değer bulduğum nokta, bizdeki tabldot ve yemekhane kültürünün Hindistan'da farklı biçimde de olsa sürmesi. Her çalışanın sefertasları, evlerinden veya özel şirketlerden, özel kılıfları içinde geliyor ve hademeler tarafından öğlen saatinde dağıtılıyor. Bunları açıp yemekhane masalarında yiyorlar. Boşlar toplanıp çıkış noktasına geri götürülüyor. Bunları yapan, karmaşık bir sefertası trafiğini maharetle yöneten şirketler. Yönetmen biraz da bu sistemi tanıtmak istemiş gibi. Hatta sefertası şirketi görevlilerinden biri İla'ya: "Bizim karmaşık sistemimiz öyle kusursuz işliyor ki, taa Harvard'dan gelip incelediler" diyor.
Filmi izledikten sonra babamın sefertaslarını düşündüm. Gri, parlak metalden, soğuk yüzlü. Muhtemelen yiyecekleri sıcak ve soğuk tutan, kapakları sıkı kapanan mutfak araçları. Ama bunlar bizim mutfağın hep üvey çocukları oldular. Evin sıcaklığına ve beraber yenen yemeklere ters düştükleri ve evdeki kadına fazladan mesai yaptırdıkları için herhalde.

4 Ağustos 2014 Pazartesi

Yürüyen Bir Kadının Soruları (?)

Hiç aklınıza takıldı mı sizin de?

İtfaiye erleri neden voleybolda başarılılar? (Cevabı azıcık biliyorum canım. Formda olmak için ispor yapmak zorundalar da, niye voleybol? Bugün önünden geçtim Kurtuluş İtfaiyesi'nin. Annanem Etfaiye Meydanı derdi. Oraya mı derdi bilmiyorum. Çoğu Hulusi Kentmen kılıklı, göbekli abiler itfaiyecilerin)

Dolmuşçuların (e tabii diğer  toplu taşımcıların da) çişi geldiğinde nereye yapıyorlar? (Ya bi de bağırsakları bozduysa veya midesi bulanıyorsa. Şehirlerarası yolculuklarda yanında poşet taşıyan biri olarak soruyorum bunu)

Marketler, günlük mal girişini nasıl yapıyorlar? (Bugün o marketlerden birinin önünden geçerken, dıt dıt aletiyle tek tek malları kodladıklarını gördüm. Deli bir çaba. Peki, bir günlüğüne markette kasiyerlik yapmak istediğimi söylemiş miydim? O mallar önümden geçsin istiyorum. Tüketim kültürü beni esir ediyor)

Peki ay/yıl sonu sayımı denilen şey nasıl yapılıyor? (Yine marketlerde ve diğer mağazalarda tabii. O deli değil, mecnun edici bişi olmalı)

Asgari ücretle dört kişilik bir aile nasıl geçinir? (Zoraki ve beceriksiz bir apartman yöneticisi olduğum için asgari ücretin üç kuruş zamla 970 TL'ye yakın bişi haline gelebildiğini biliyorum da, ondan soruyorum. Bi de tabii, kampüsün kapısındaki şen şakrak özel güvenlikçileri gördüğümden. Herkesle tokalaşıp bayram kutluyorlardı. Kendilerine kategorik olarak karşıyım, o ayrı)






3 Ağustos 2014 Pazar

MUHALLEBİ


Onunla tanışıyorduk ama henüz çok yakın değildik. Birbirimizi yokluyorduk mesafeli durarak. O daha cüretkardı. Tanımak istediği birisine rahatça yaklaşıyordu. Bu haliyle biraz buralı, biraz batılı bir havası vardı. Niye, derseniz. Çok sıcakkanlı değildi her zaman ama çok rahattı ortaklaşmak, tanışıklık edinmek konusunda. Acaba anlatabildim mi ne demek istediğimi? Her neyse...
İkinci bebeğini doğurduğunda birkaç kadın toplaşıp, evine gittik. Oğlanı sevdik, kızla oynadık. Derken o bize biraz ikram yaptı. İkram yapmak, fiili de ne tatlıdır. Muhallebi gibi.
Derken, muhallebi geldi ortaya. Yıllardır muhallebi yememiştim. Hele okur-yazar, şehirli birinin evinde. Halbuki muhallebi pudingden de, suptan da, hatta hatta sütlaçtan da leziz bir şeydi. Benim için en azından. 
Muhallebi yapan, iki çocuğu olan, balkon, hamam ve türbe teyzelerini seven bir arkadaşım olmuştu artık. Dünyadaki yerini, haddini bilen, doğal olanı seven, her konuda alternatif bir yorumu bulunan, bildiklerini yeri geldiğinde mütevazı bir edayla günışığına çıkaran biriydi o. Yer yer kırgın ve öfkeli de oluyordu tabii.
Ara sıra kapışacak, çekişecek ama ona anlatmak için anı ve sormak için soru biriktirdiğim bir arkadaşım vardı artık. 
Muhallebinin konuyla ilgisi anlaşılmıştır umarım. Muhallebi, hazır toz pudingler dünyasında emeğin, özenin ve yaşama sevincinin sembolü. Bir şey olmanın, başka bir şey daha olmaya engel olmadığının göstergesi. 

O kendini biliyor. 

Bu arada, 4 kişi ortak bir blog açtık. Her birimizin kendi blogunda yayınlanacak yazısı, o ortak bloga akacak:

http://www.feministutopyacilar.com/
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...