18 Nisan 2015 Cumartesi

Kağıttan bebekler

Her kuşağın unutamadığı oyuncakları vardır. Benim kuşağımın (70 doğumlu olduğumu düşünün) unutamadığı oyuncaklarından biri kağıt bebekler olsa gerek diye düşünüyorum.

Kağıt bebekler, kartona çizilmiş bebek veya şimdiki Barbie'ler gibi genç kadın resimleri ile onların bedenlerine uygun, kuşe kağıtlara çizilmiş giysilerden oluşuyordu. Her birini özenle keser, çeşit çeşit kıyafetleri bebeklere giydirir, onları konuştururduk. Sadece seyretmek bile yeterdi. Kesip hazırlama aşamasının bile başlı başına bir keyif olduğunu söylemeye gerek yok.

Yetmişler ve Seksenlerde kağıt bebek sahibi olmaya ve oynamaya çok hevesliydim. Deli oluyordum, diyelim! Ama aile bütçesi buna pek elvermiyordu. Oldukça pahalı ve zor bulunur şeylerdi bunlar. Genelde büyük kırtasiyecilerde, bazı oyuncakçılarda satılırlardı.

Şebnem Türkiye'de bunların en bilineniydi.

Şebnem kağıt bebekleri serisi

Ne kadar deli oluyordum ki bu kağıt bebeklere, bütçe yetersizliklerine rağmen, yıllar içinde yukardaki serinin nerdeyse tümünü almışım. Şimdi bile bakarken içim mutluluk ve heyecanla doluyor.

Bunu da obilirobilmez blogundan aldım. Gıyabında teşekkür ederim.
Şebnem'lerin içinden işte bunlar çıkıyordu.

Az sayıda erkek, çok sayıda kadın. Yöresel kıyafetler, farklı ülkelerin yerel kıyafetleri, balo kostümleri, gece elbiseleri, spor kıyafetler, yağmurluklar, aksesuar olarak şemsiyeler, ayakkabılar, çantalar... Herhalde milli kültüre katkıda bulunsun, dünya milletlerini tanıtsın falan gibi bir 23 Nisan zihniyetinin de ürünüydü bu bebekler.

Ablam evlendikten sonra bir süre Denizli'de yaşamıştı. Orda sanırım bir kaçakçı pazarı vardı. Belki de yanılıyorumdur. Ama başka birçok şehirde bulunmayan ürünlerin bulunduğu bir pazardı. Öyle hatırlıyorum. Ordan bana şahane şeyler getirirdi. Bir seferinde zarfa koyup, ithal bir kağıt bebek göndermişti. Toraman bir oğlan bebek. Ama asıl ilginç tarafı, bu bebeğin tüyden saçı vardı ve mis gibi kokuyordu. Kokusu hala burnumda. İnce ince tasarlanmış, işlenmiş kıyafetleri de cabası... Sevincime payan yoktu o gün.

Bir seferinde de artık, biraz büyümüş ve oyuncak dünyasından kopmaya yaklaşmışken, sıkıcı ve sarı sıcak bir Antalya gününde, ablamın kitaplığındaki (ki biliyorsunuz bu kitaplığı bu blogda meşhur ettim :) eski kitapları karıştırırken, onun tasarımı olan bir tomar kağıt bebek döküldü kitaplardan birinden. Kalın bir kağıda çok güzel iki genç kadın çizmiş ve onlara renkli dergi sayfalarından hazır kağıt bebeklerinkilerin sönük kalacağı kıyafetler tasarlamıştı. Ne gizli kalmış yetenektir ablam! O yaşımda onlarla günlerce oynadım. Kamaşma denebilecek bir mutluluk duydum.

Ablam geçen gün, sürpriz bir paket yolladı bana. İçinden ne çıksa beğenirsiniz? İşte şunlar:


Bunların adları sırasıyla Jale, Gül, Oya idi. Oğlanınki hatırımda kalmamış. Pek ısınamamışım demek ki oğlana. Bu versiyonda ecnebileşmiş adlar.

Kıyafetler ise şöyle:


Şimdi nostaljinin moda olması sebebiyle tekrar meydana çıkmış olabilir bu oyuncaklar. Sosyal tarihin, kültür tarihinin bir parçası olarak ne kadar önemi var merak ediyorum bir yandan. Sizin çocukluk maceranızda yeri var mı bunların?

11 Nisan 2015 Cumartesi

Mektup arkadaşım Ferhunde Özbay

Memduh Şevket Esendal'ın çok tatlı bir dili, üslubu vardır. O üslubu konuşturduğu "Kızıma Mektuplar" adlı kitabını bir duygudan diğerine atlayarak, yüzlerce sayfası kafamın içinde su gibi akarak okumuştum. Ankara'da zoraki bürokrat iken (sanırım CHF Genel Sekreterliği yapıyordu, ki çok da mühim değil oturduğu post), İstanbul'da bıraktığı ailesine, özellikle de çocuk yaştaki kızına duyduğu özlemi, ona düzenli olarak yazdığı mektuplarda anlatıyordu. Ama bu mektuplar sadece baba-kız arasındaki özlemi taşımıyordu. Memleketin hal-i pür melali, Ankara şehrinin sıkıcılığı, Esendal'ın geçmişte görevli olarak yaşadığı çeşitli memleketlerden anılar da vardı sayfalarda. Hatta yazar münafıklık yapıp, zaman zaman iki abisini çekiştiriyordu bizim küçük kıza. Dertleşiyordu onunla yaşıtıymış gibi. Sitem ediyordu mektuplarına cevap vermiyor diye. Mektuplarından taşan neş'eyi, hüznü, küskünlükleri ciddiye alıyor, bazı bazı suyuna gidiyor, bazı bazı çekişiyordu kızıyla. Ona mektup yazarken aslında kendini arıyor, buluyor, kaybediyor ve hayat felsefesi yapıyordu. Zamanında Virgül diye bir kitap dergisi çıkıyordu. Ona yazmıştım bu kitap hakkında, "Mektuplarda Büyümek" başlığıyla.

Niye uzattım bu muhavere hakkındaki hissiyatımı biliyor musunuz? Esendal der ki bir mektubunda kızına (mealen yazıyorum): "Bende hocalık hakkı yoktur. Kendi kendimi yetiştirdim. İyi ki de yok. Başkalarının fikirlerinin peşinden gitmektense kendime has bir yol çizdim". 

Bu söz üzerine pek sık düşündüm geçmişte. Evet, dedim sonunda, bende de yok hocalık hakkı. Ya ilham verecek adam gibi bir hocayla karşılaşmadım ya da ben karşılaştıklarımın kıymetini bilemedim. 

Ta ki, Ferhunde Hocam'la karşılaşana kadar. Onunla önce bir makalesinde karşılaştık. "Evlatlık Kurumu: Köle mi, Evlat mı?"
(Burada, academia.edu'da bir linki var. Umarım açılıyordur. https://www.academia.edu/1156044/T%C3%9CRK%C4%B0YEDE_EVLATLIK_KURUMU_K%C3%96LE_M%C4%B0_EVLAT_MI)

Evet, satırların arasında karşılaşmak diye bir şey var. Baktığını gören, işlenmemiş cevheri bulan ve onu incelikle işleyen bir kafa, hayal gücü ve yazma yeteneği. 

O zaman çok gençtim, naiftim. Doktora tezim kitap olunca, hemen ona göndermek istedim. Bir sepetin içine yerleşmiş anne ve çocuklardan oluşan kurbağa ailesini hediye olarak kitaba ekleyip ona gönderdim. Gönderdiğimi de mail adresine yazarak bildirdim. Kitap ve kurbağa ailesi hocama ulaştıktan sonra ondan şöyle bir cevap geldi:
"Kitap geldi. Kurbağa anne ile yavruları güvende. Üniversitedeki odamda Boğaz manzaralı bir pencerenin önündeler, keyifleri yerinde. Merak etme".

Herhalde şu pencerelerden biridir bahsi geçen. Bunu hocanın facebook hesabından aldım.

Hemen sonraki yıllarda emekli oldu Ferhunde Hocam Boğaziçi Üniversitesi'nden. Ama boş durmadı tabii. Fakültedeki derslere devam etti. Öbür kitabımı da yolladım ona. Bu sefer bir süre sesi soluğu çıkmadı. Onun görmediği bir kitabın değeri azalacakmış gibi, dayanamayıp bir mail daha yazdım. Yazdıktan sonra mahcup olmuştum ama bugün bana yazdığı cevabı arayıp bulunca, iyi ki de onu bir çift laf etmeye zorlamışım diyorum:


"Sevgili Fundam,

Dersler bittikten sonra okula uğramaz olmuştum. Sınav için gittiğimde nihayet kitabıma kavuştum. Hele yazdıklarını okuyunca gözlerim yaşardı nerdeyse! Sınav sırasında bir kaç yazıya baktım. Harika gözüküyor.

Kendi Ankara’mı senin sayende tanıyorum.

Geri dönüşlerle “ben bunları biliyor muydum” diye sorduğumda, cevabım hayır oluyor. Biz Namık Kemal Mahallesinde (ya da Saracoğlu) adeta bir fanus içinde büyümüşüz. Benim Ankaram temiz, modern, Kemalist bir Yenişehir’den ibaretmiş. Annemle Ulus’ta hale giderdik sadece. En çok sevdiğim yerlerden biriydi. Ya da ablamın pesine takılıp Gül bahçesine doğru yürüşe çıkardık. Ama çoğunlukla sokakta ya da İç İşleri Bakanlığının avlusunda paten kayarak, dans ederek, oyun oynayarak geçerdi hayatımız. Liseye giderken de en önemli işimiz Kızılay’da volta atmaktı. Tabii öğrenci hareketlerine de bilinçli bilinçsiz katıldım ama 1960 ihtilaline kadar sanki bir rüyada gibiydim diye düşünüyorum. Kore savaşı sonrası hepimize 45lik plaklar dağıtılmıştı. “Amerika Amerika” diye başlayan ve Türk Amerikan dostluğunun sürekliliğini anlatan bir şarkıydı. Okullarda Amerikan öğrencilerinin gönderdiği söylenen kalem kutusundan biraz büyücekçesi verildi. İçinde çok hoşumuza giden kalemler, silgiler vs. vardı.. Ya okulumuz! Namık kemal ilk ve Orta Okulu o zamanların deyimiyle numune okul olarak açılmıştı. İnanılmaz güzel bir okuldu aklımda kalan. Ders bitince kütüphaneye gider dergi, kitap okurdum. Kütüphanenin kapatıldığını duyduğumda ne kadar üzüldüm. Müzik hocamız klasik müzik konserlerine gitmemizi önerdiği için her Cumartesi Dil-tarih’teki konserlere giderdik orta okuldayken. Bütün bunlar, ideolojik yapımızı belirliyor ve tarihsizliğimizi unutturuyordu anlaşılan. Neyse çok uzattım. Bürokrat ve asker ailelerinin lojman kültürünü anlatan birileri çıksa keşke!


Tekrar tekrar teşekkür ediyorum. Başarılarının devamını diliyorum.


Sevgiler,


Ferhunde"


Ferhunde Hoca, kendi Ankarasını anlatmış. Çocuk olmuş, genç olmuş. Çok hoşuma gitmişti bu kısa anlatısı.

Benim ona ısrarla yazıp durduğum maillerden bir diğerine verdiği cevapta bu sefer, "Artık buluşma zamanımız gelmedi mi?" diye soruyordu. Neyse ki buluşabildik günün birinde. O bir sempozyum için Ankara'ya gelmişti. Öğle yemeğinde, başka birisini aramak için gittiğim yemekhanede, sempozyuma katılan hocalardan birine "Ferhunde Özbay da burda mı?" diye sordum. Mail arkadaşlığı maceramızı anlattım. Hemen kolumdan tutup Ferhunde hocanın yanına götürdü beni. Birbirimize bir an baktık. Sonra Ferhunde Hoca: "Yahu aynen mektuplarında yazdığın gibisin" dedi. Bunu beni şöyle bir süzerek söylemesi öyle samimiydi ki, ne demek istediğini anladım. Hemen aklıma Esendal ve kızına yazdığı mektuplar geldi. Sonra birbirimize sarıldık. Etraftaki insanlara "İşte benim mektup arkadaşım" diye tanıttı beni. O zamana kadar yazdığımız şeylerin mektup olduğunu düşünmemiştim. Ama öyleymiş. Baksanıza yukarıda yazdığı şeylere.


Hocam, birkaç gün önce bir by pass ameliyatına yenik düşerek aramızdan ayrıldı. Çok erken ve çok derin bir boşluk bırakarak. Ne zaman bir fotoğrafını görsem gözlerim doluyor artık. Hayatiyetiyle dokunduğu her şeyi canlandıran bir insandan hiç beklenmezdi bu yaptığı. Hiç olmadı. Ona hocası Mübeccel Kıray'ın vefatı sebebiyle baş sağlığı dilediğimde şöyle demişti:


"Beco hayatımda gerçekten önemliydi. Ama galiba onu tanıyan herkes için bu böyle. Camide hepimizi bir arada görse ne yapardı diye düşündüm. Ankara'dan gelenlere özel ilgi gösterirdi belki. "Çocuklar taa Ankara'dan gelmişler" diye bize bir açıklama yaparak tabii."


Ferhunde Özbay benim ve eminim yüzlerce insanın hayatında gerçekten çok önemliydi. Camide onları birarada gördüğünde ne düşünmüştür acaba? :(


Son söyleşilerinden birinde, Nusret Fişek'i anmış ve şöyle demiş:


“Bilimde yaşa ve titre göre hiyerarşi olmaması gerektiğini, özgür bir düşünme ve tartışma ortamının ne kadar geliştirici olduğunu öğrendim. Gençlere öz güven vermenin başka bir yolunun olmadığını öğrendim. Şimdi bu öğrendiklerimi öğrencilerime aktarmaya çalışıyorum ve yaşım ilerledikçe genç kuşaklarla tartışmanın bana da ne kadar yararlı olduğunu görüyorum.”


İşte Ferhunde Özbay'ı üniversite camiasındaki benzerlerinden ayıran temel özellik. Ben de ondan öğrendim bunları. Bendeki hocalık hakkını helal etsin.





Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...